“Eğer bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri oluşuyorsa orada güneş batıyor demektir”
Hekimlik zor ve meşakkatli bir meslek. Uzun süren bir üniversite eğitimi -ve bazı durumlarda uzmanlık çalışmaları- sonrası kişi kendini toplumun çok saygın bir mesleği içinde buluverir. Hekimlik zor ve meşakkatli olduğu kadar maddi ve manevi mesuliyeti yüksek olan da bir iş. Yani, sağlam karakteri olmayan bir adamı çok kolay bozar. Düşünsenize, zaten ortaokul ve lise yıllarında parlak bir öğrencisiniz, arkasından tıbbiyeyi kazanıp bunu ispat etmiş ve her üniversitenin göz bebeği olan bir fakülteye kapağı atmışsınız. Eğer erkekseniz kızların gözdesi, kızsanız erkeklerin ulaşılmazı olmuşsunuz. Yıllar yıllar üstüne birbirinden zor dersleri okuyup hepsini teker teker alt ediyorsunuz. Bu arada daha 3. sınıftayken size doktor hanım, doktor bey demeye başlamışlar. Sizden önce bu yollardan geçmiş hocalarınız bir bir stajlarınıza girip çıkıyor ve size hekim olmanın ‘yücelik’ ve ‘üstünlüğü’nden bahsediyor. Kendileri de ne kadar yüce ve üstün olduklarını her halleriyle gösteriyor. Bunlar 18-25 yaş grubundaki pek çok gencin megaloman ve şovenist olması için yeterlidir. Hele bir de bu hocalarının ve meslektaşlarının toplumun önemli bir kesimine göre iyi kazandıklarını düşünür ve kendisi de gelecekte çok para kazanacağı düşüncesine kapılırsa.
Derken mezun olur. Pratisyen hekim olarak kalırsa, toplumun ve diğer ‘uzman’ meslektaşlarının tavırları yüzünden ekseriyetinin ruh hali bozulur ve topluma, sisteme, hastalara ve diğer meslektaşlarına karşı öfke duymaya başlar. Artık o, bu haliyle her türlü ‘yanlış’ı yapmaya hazırdır. Bu represant-hekim-eczane üçgenine girmek de olabilir, diploma kiralama veya hasta istismarı da olabilir. Eğer uzmanlık yoluna girmişse ihtisas süresinde ‘yaşadıkları’ onu biraz daha ‘doldurur’ ve “sıkılmış bir yumruk gibi” girer hayata. Artık önüne kim gelirse. Hasta mı, meslektaş mı, ilaç firması temsilcisi mi, tıbbi teknoloji satan firma temsilcisi mi…
Tabii bu arada bu ‘zavallı’ hekimlerin büyük bir çoğunluğunun aldığı en son ahlak bilgisi dersi yaklaşık 20 yıl geride kaldığı için bütün ahlaki, vicdani, duygusal ve estetik almaçları (reseptörleri) dumura uğramış -veya uğratılmış- bir şekilde icra-i tababet yapmaya başlarlar. Büyük bir çoğunluk dediklerim, tıp fakültesinde okurken tıp etiği (deontoloji) dersi almayanlar -veya hakkıyla almayanlar-. Azınlık olan kesim ise 47 tıp fakültemizin 17-18 tanesinde olan ve fakat çoğu itibarı ile pek de ciddiye alınmayan tıp etiği -deontoloji- hocasına sahip olanlar. Tıp etiği eğitiminin gerekliliği -veya gereksizliği- üzerine daha sonra yazacağım için fazla detaya girmeden hekimleri, geneli itibarıyla bugün toplumda algılandığı şekli olan, paracı, menfaatçi, duygusuz, acımasız imajından nasıl kurtulabilir ile ilgili bir öneride bulunup yazımı sonlandırmak istiyorum.
Öncelikle şunu söylemek gerekir ki, “balık baştan kokar”. Öğrencilerimiz neyse biz de oyuz. Daha doğrusu biz, çoğumuz itibarı ile neysek öğrencilerimiz de o. Yani mevcut hekimler, “aslında benim size ders vermem sizin için büyük bir şans, ben gidip özel muayene yapar size de asistanımı gönderebilirdim” diyen, değil öğrenciye asistana bile kapısı çoğu zaman kapalı olan hocaların eseri. Yani mevcut anlı şanlı büyük üniversitelerin tıp fakültelerinin ‘büyük’ hocalarının yetiştirdikleri. Neyse ki yeni üniversiteler ve onların tıp fakülteleri kuruldu da öğrenci yanında, önünde hoca gördü. Onlar ‘büyük’ değildi belki ama en azından ‘hocalık’ yapıyordu ve ‘insandı’. (Burada ‘insandı’ derken insanüstü varlık değildi anlamında kullandım, diğerleri insan değildi anlamında değil.)
Ne yapmalı? Öncelikle ‘büyük’ hocalar gerçek büyüklüğün bilgi paylaşımında, tevazuda, diğerkamlıkta, hasbilikte, harbilikte olduğunu bilecekler. Kendilerine ‘tıp fakültesi hocası’ unvanını veren şeyin çok hasta bakmak, çok ameliyat yapmak ve çok para kazanmak değil, öğrenci ve asistanla daha çok irtibatta bulunmak olduğunu anlayacaklar. Hoca dediğin doçent olana kadar ‘dört ayaklı’ gibi çalışıp, doçent olduktan sonra ‘dört tırnaklı’ gibi onu-bunu tırmalayıp, profesör olunca da ‘dört pençeli’ gibi yatıp önüne gelecek taamları beklemeyecek. Kısacası örnek yaşayacak ve örnek olacak.
Tıp fakültesi hocası sanattan, estetikten anlayacak ve bunu öğrencileri ve asistanları ile paylaşacak. İnsanın beden ve ruhtan müteşekkil olduğunu, bedenin merkezi beyni bilgi ile beslerken, ruhun merkezi kalbi de sanat ve estetik ile beslemek gerektiğini söyleyecek. Mantık ve duygu muvazenesini iyi kurmazsa bir hekimin mekanikleşme ve duygusuzlaşma tehlikesi ile karşı karşıya kalacağını söyleyecek. Tabii her şeyin başında buna kendisi inanacak ve hekim olmanın diğer herhangi bir meslekteki kişiden farklı olmadığını, olması da gerekmediğini bilecek. Hekimliğin bir meslek ve maişet kaynağı olduğunu en büyük payenin “insanlar içinde insanlardan bir insan olabilmek” olduğunu kabullenecek…