İslam dininin temel inanç ilkesi olan tevhit konusunu bir haftadır kaleme almaya çalıştım. Bu kadar kapsamlı bir konu elbette ki daha detaylı ele alınması gerekmektedir. Ramazan boyunca İslam’ın temel altı inanç ilkesine yer vereceğimi ifade etmiştim. Tevhit hakkında bu son yazımdan sonra, İslam’ın ikinci temel inanç ilkesine yer vermeye çalışacağım. Bilindiği üzere İslam, akideleri bozulmuş insanların, zayıfların sömürmesi, mağdur ve mazlumların manevi dilekçelerine adeta verilen cevap misali tevhit bayrağı altında toplanarak insanlığa şekil verilmesi mücadelesidir. İnsanoğlu içerisinde zayıf halka olarak görülen kadınların haklarının teslimi konusunda tevhidi ilkenin yeryüzüne müdahalesine birkaç cümle ile ele almak istiyorum.
Bu bağlamda İslam’ın tevhit ilkesi, kadın ve erkek arasında dengenin tevhidini kurmayı da amaçlamıştır. Tarihten günümüze kadın – erkek arasında bir denge / tevhit de kurulamamıştır. Keza tarihten günümüze kadın dişilikten kişiliğe de henüz yükselememiştir. Desene cehaletle mücadele halen devam etmektedir. Bu konuda da zihinsel gusül abdesti almamız gerektiği anlaşılmaktadır. Kadın ve erkek arasında tarafların biyolojik ve sorumluluk farklılıklarının üstünlük kabul edilmesi cehaletin bir göstergesi olsa gerektir. Bu bağlamda nasların miyop okunması daha da düşündürücüdür. Sonuçta her gün pek çok kadının öldürülmesi daha da acıdır.
Kadın ve erkek arasında sosyal hayatta bir denge kurmak, tarihten günümüze hâlâ tartışılmaktadır. Cinsiyet ayrımcılığına tabi tutulan kadın her dönem toplumlarının yumuşak karnı olmuştur. Kadın ve erkek arasındaki hak dengesi, İslam’ın tevhit ilkesiyle rotasına sokulmuştur. Tarihten günümüze erkeğin mülkü kabul edilen kadın, İslam dininin tevhit akidesiyle özgürlüğüne kavuşmuştur. Kadınlar zayıf halka görülmüş, erkekler için bir süre adı belirlenmemişken; kadınlar için Nisâ süresi adeta onlar için pozitif ayrımcılık getirmiştir. Kadın ve erkek arasında sorumluluklarına hak ve görevlerde adil bir taksimat yapılmıştır.
Keza İslam’ın tevhit ilkesi, sosyal hayatta emek ile sermaye arasında dengenin, tevhidini kurmayı da hedeflemiştir. İktisadi sosyal hayatımızda sen çalış ben yiyeyim, sömürü düzeni (riba/faiz) asalak yaşama anlayışı sonuçta sınıfsal ayrıcalığı tekrar hâkim kılmayı getirmiştir. Bütün bu batıl yol sınıfsal ayrıcalığı ilke edinen sapmış bir toplumun hak karşısında gücünü kullanmasından kaynaklanmaktadır. Hakkı değil iktisadi gücü üstün kabul eden bir toplum üretilmiştir.
Bu bağlamda iktisadi hayatın temel rüknü, emek ve sermaye dengesi nasıl kurulacaktır? Sosyal hayatta iktisaden terazi nasıl âdil ayarlanacaktır? Naslar, insanlığa temel ilkeler önerdiği gibi iktisadî hayatımız için de temel ilkeler önermiştir. Bu ilkelerin temel rüknü üretimden geçmektedir. Üretmeden elde edilen gelire meşru bakılmamıştır. Zira iktisadi hayatta, hak ettiğin senindir. Hak etmediğin senin değildir. Tevhit inancı, alıcı ve satıcı arasında dengeli bir terazi kurmuştur.
Üretimin esası ve temel kaynağı fizikî ve zihnî sermayedir. Nitekim Bunun için Peygamber (sav), “Hiç kimse kendi elinin emeği ile kazandığından daha hayırlı bir lokma yememiştir” buyurmuştur. Bunun için emeğin karşılığı kutsaldır. Desene alın teri kutsaldır. Emeğin doğurganlığına ve türlerine de selam olsun. Öyle ki emeğin doğurganlığı temeldir.
Sermaye, kristalize olmuş kümeleşmiş bir emek gibidir. Ya rantından kira; ya da müteşebbisinden kârla nemalanır. Üretim faktör gelirleri klasik söylem olarak bugün hâlâ devam ettirilmektedir. Terazinin bir köşesine emek, bir köşesine ücret, bir köşesine sermaye, bir köşesine fâiz, bir köşesine doğal kaynaklar (akar), bir köşesine rant, bir köşesine müteşebbis/ girişimci bir köşesine de kâr koyulur.
Tevhidi bir denge kurulma hedeflenmiştir. Kadim bir ilkemizle de bu teraziye denge kurulmaya çalışılmıştır. “Kâr, riskin karşılığıdır.” “Zarar, sermayeye, kâr ortakların anlaşmasına göredir.” buyrulur. Desene “garantilenemeyen gelirin kârı, (helâl değildir)” terazi de tek taraflı tavan yapar.
Bu düzende ribâ vurgunu, sosyal düzene harp ilân etmiş, alın terini gasp etmiş, mağduriyetten ve mazlumiyetten istifade etmiş, sen çalış ben yiyeyim diyerek köle düzenini kurmuş, kamu ve özel hayata virüs sokulmuştur. Desene bugün olduğu gibi dünyada para, ahirette iman sözü pirim yapmıştır. Oysa para konusunda iktisatçılar hep konuşup dururlar. Para nedir? Para mal mıdır? Para tedavül aracı mıdır? Para sembol müdür? Desene yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıkmıştır. Para konusunda ittifak edilen bir tanım yapılamadığı sürece her kafadan bir ses çıkacağa benziyor.
Keza İslam’ın tevhit ilkesi, devlet ile vatandaşı arasında da dengenin, tevhidini kurmayı hedeflemiştir. İslâm, idare hukuku alanında insanlığa, anayasal mahiyetli evrensel ilkeler önermiştir. Bu ilkeler, özgürlük, sorumluluk, adâlet, emâneti ehline vermek ve şûrâdır. Kur’ân, yöneten ve yönetilenler arasında âdil bir düzen emretmiştir. Keza Kur’ân, idari görevleri emânet görevler sayıp bu görevlerin tesliminde emânetin ehline verilmesini de emretmiştir.
Bu bağlamda Kur’ân, “adl” ve “kısd” kavramlarını kullanarak, yönetim şeklinin genel çerçevesini çizmiştir. Bu genel çerçeve, yönetim hukukunda üst norm niteliğinde olup bu ilkelerin ihlali anayasal bir ihlal ve ihmal sayılmıştır.
Tarih boyunca hâkimiyetin kaynağı, meşruiyeti ve kime ait olduğu hep tartışıla gelmiştir. Öte yandan, İslâm’ın yönetim hukukuna getirdiği bu temel ilkeler, önerdiği yönetim şekli, siyasi rejim ve Peygamber (sav) izlediği sosyal siyaset hep merak konusu olmuştur.
Devlet başkanı atanmanın meşruiyet kaynağını, tarihten günümüze ya ‘biat’ aracı ile halk ya da halkın seçeceği uzman kurul olan ‘Ehlü’l Hal ve’l-Akd’den’ alınacak yetki oluşturmuştur. Bu sayede İslâm idare hukukunda, yöneten ve yönetilenler arasında yetki ve sorumluluk alanında bir tevhidi denge kurulmuştur.
Keza İslam’ın tevhit ilkesi, suç ile ceza arasında da denge kurmayı hedeflemiştir. Bir suç, ya Allah (kamu) haklarını ya da kul (insan) haklarını ihlal eder. Suça verilecek cezadan gaye ise bu suçtan caydırıcılıktır. Ceza, bireyi ıslah için zaruretten başvurulan bir çare ve yöntemdir. Bu sebepten kamu düzenini sağlamak için cezayı yaptırım zorunlu olmuştur.
Bu bağlamda ceza yasalarının asıl amacı kamu düzenini korumaktır. İslâm ceza hukukunda suç ve ceza arasında tevhidi bir denge bulunmaktadır. Kur’ân, ) مثلها سيئة سيئة وجزاء” ) “Bir kötülüğün karşılığı, ona denk bir cezadır” buyurmaktadır. Nitekim kısasta suçlunun mağdura verdiği zararın misliyle cezalandırılması ilkesi hâkimdir. Kısas, denk bir ceza vermek demektir. Suç ile ceza arasında bir denge olmazsa anayasal bir hak olan adâlet sağlanmış olamaz.
Tarihten günümüze ceza hukukunda da tekâmül sağlanmıştır. Bir dönem suçun illeti caydırıcılık kabul edilirken; bir dönem bireyi ıslah kabul edilmiştir. İllet değişince hüküm de değişmiştir. Vücut bütünlüğüne yapılacak her tür müdahale günümüzde bir işkence sayılmıştır. Keza tarihten günümüze sözlü hukuki yaptırımdan; maddi hukuki yaptırıma geçilmiştir. Bilindiği gibi ilk dönem cezai hukuki yaptırım dayak görülürken; günümüzde hukuki yaptırım / cezalandırma kurumsallaştırılarak yargı sopası, celde sopasının yerini almıştır.
Keza İslam’ın tevhit ilkesi, fakir ve zengin arasında da dengeyi kurmayı amaçlamıştır. Fakirlik ister iradi olsun, isterse de gayri iradi olsun en büyük tehlike kabul edilmiştir. İnsanoğlunun en büyük düşmanı fakirliktir. Fakirlikle mücadele cehaletle mücadeleden daha büyük yaralar açmaktadır. Bunun için Hz. Peygamber (sav)’in, fakirlik tehlikesinin küfre en yakın nokta olduğunu ifade etmesi de bir gerçeği yansıtmaktadır. Yine Hz. Peygamber (sav), fakirlikten Allah’a sığınmış ve çevresindekilerin de Allah’a sığınmasını istemiştir.
Mekke müşriklerinin zenginleri kendilerini imtiyazlı kabul ederlerdi. Kendilerinin adeta sınıf atladıklarına inanırlardı. Devlet görevlerinde zengin aşiretlerin nüfusları hâkimdi. Fakirler zenginlerin tavsiyeleri kadar iş ve güç sahibi olurlardı. Zengin aşiret ve kabile reisleri her istedikleri makam ve mevkiye gelebilirlerdi. İslam’ın tevhidi ilkesi zengin ve fakir arasında tevhidi bir denge kurmuştur. Bu tevhidi ilke, zengin ile fakir arasında hak etmede hiçbir ayrım olmadığının haykırışıdır.
Sosyal hayatta tevhit ilkesi dejenerasyona uğramışsa İslam’ın kardeşliğinden söz edilemez. İslam’ın kardeşliği ancak ve ancak tevhitle sağlanabilir. Aksi takdirde duygusallığın ötesine geçilemez. Müslümanlar bir zaman sonra birbirlerinin yüzüne bakamaz olurlar. Sözde kardeş olsalar da özde kardeş olamazlar.
Desene tevhit teorisi, hukukta birlik ve halklar arasında bir eşitlik projesidir. Tevhit sadece Allah’ın birliği değil, insanların bir ve eşit olduğunun ifadesidir. Dünden bugüne asırlardır taklit gecesi İslam’ın üzerine bir kâbus gibi çökmüştür. İnsanlık İslam güneşinin tekrar doğmasını beklemektedirler.
İslam’ın hakiki uyanışı Kur’an’ı Kerimin ancak yeni bir okuma biçimiyle mümkün olacaktır. Bu da muhafazakâr Müslümanlar tarafından asırlardır engellenen, Kur’an’ın canlı ve yaşayan Kuran okunuşuyla ancak mümkün olabilir.
Kuranın bu yaşayan ve canlı sözü, adeta ölü bir söz haline getirilmiştir. Kuran ölüler kitabına dönüştürülmüştür. Oysa İslam’ın ilk yıllarından itibaren, Kur’an’da eskileri körü körüne taklit ve teslimiyet yerilmiştir. Bugün problem kendi benliğimizi kaybetmeksizin çağımızın problemlilerine cevap vermek üzere İslam’ın uyanışını tekrar nasıl sağlayabiliriz. Kitabın lafzına sımsıkı sarılıp kendi çağlarının sorunlarını ele almaksızın, İslam’ı mekanik bir ibadete indirgeyen kimseler, şekilci ve lafızcı yaklaşımlarla günümüzün problemlerini çözemediler.
Bu lafızcı ve şekilci yaklaşım Kur’an’a hizmet iddiasıyla bizzat Kurandan kaçışın ifadesi haline gelmiştir. Oysa içtihat aslı yani gerçeği öğrenme mücadelesidir ki buda ancak taklit gecesinden kurtulmakla mümkündür. Öyle ki bu da Kur’an’ın temel bildirisi olan tevhitten hareketle, bilimcilik ve teknokrasi gibi modern müşriklik ve putperestlikle mücadeleyi yeniden başlatmakla mümkündür.
Tarihte İslam’ın ilkeleri cahiliye toplumunda kültür devriminin ruhu olmuştur. Ortaçağ geleneğinin zamanımızın problemlerine cevap vereceğine inanmak vahim bir hata olsa gerektir. İnsanlar tarihten bugüne iki taklidin hep kölesi olmuşlardır. Kimi toplumlar Batının taklidi köleliğini halen devam ettirmek isterlerken; kimi de geçmişin taklit köleliğini halen devam ettirmek istemektedirler. Dini konuların dışında hatta hukuki konularda bile yenilenme bidat sayılmış, içtihadi konular bile tartışma konusu yapılacak endişesiyle yeniliklere kuşku ile yaklaşılmıştır.
İslam kültürüne sımsıkı sarıldıkları iddiasında olanların en büyük kusuru ise yüzyılımızın sorunları ve beklentileri konusunda kapkara bir cahil oluşlarıdır. Bu konularda farklı görüşlerle iletişim kurulmasının önüne de geçilmiştir. Oysa her muhatap karşısındakinden bir şey öğreneceği kanaati hâsıl olursa o zaman aralarında hakiki bir diyalog kurulabilir. Saygılarımla.