Ey İnsanlar…! Ey Müslümanlar…! Ey Müminler…! Rotanızı belirlemeden nereye gidiyorsunuz? …! فَاَيْنَ تَذْهَبُونَؕ Toplanın…! Vakit içtima vaktidir bilesiniz. TEVHİD GÜNEŞİNİ gördünüz mü? Güneşi gördüm.
اشهد ان لااله الا الله واشهد ان محمد رسول الله “Ben şahitlik ederim ki Allah birdir ondan başka ilah yoktur. Yine ben şahitlik ederim ki Muhammet (sav) onun kulu ve elçisidir.” İslam dinine girişin / iç hukukumuzun şehadeti bundan ibarettir bilesiniz. Rabbim…! سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا İşittik ve itaat ettik. Şehadetimizi hem kalbi, hem de akli olarak onayladık. Dış hukukumuza da yansıtılmamızı senden diliyoruz. تَوَفَّنِى مُسْلِمًا وَأَلْحِقْنِى بِٱلصَّٰلِحِينَ Rabbim…! Bizlerin, Müslüman olarak canını al, bizleri Salihlere de kat istiyoruz.
Müminler, dünya ve ahiretin kurtuluşunun anahtarı tevhittir bilesiniz. Sosyal barışın hazinesi de, cephanesi de tevhittir. Keza sosyal barışın da, dünya ve ahiretin teminatı da tevhittir. Bu tevhit şehadetini yapan insanlar, İslam dininin ilkelerini kabul ettiğini, tevhidin teslimiyetine onay verdiğini bilmelidirler. Bir sonraki yazımda, bu onayın birlikte / toplu yaşamın şehadeti olan, dış hukukumuzun şehadetini de kaleme alacağım.
Ne yazık ki bugün biz Müslümanlar, sadece iç hukukumuzu tanzim eden tevhidin şehadetini yerine getiriyoruz. Her ne kadar iç hukukumuzu ilgilendiren tevhidin şehadetini, dil ile ikrar etsek ve yerine getirsek de, dış hukukumuzun şehadetini yani birlikte / toplu yaşam ilkelerinin şehadetini yerine getirmediğimiz sürece, tevhidi ilkemizin pratiğe yansıtılması ihmal edilmiş olacaktır. Bu boşluklar, çeşitli aşiret ve kabileler tarafından doldurulacaktır. Bu boşluklar genellikle iktisadi ve itibari bir değer ve güç elde etmek maksadıyla doldurulmuştur. Bu aşiret ve kabileler, müntesiplerini de bir bataklıktan başka bir bataklığa sürüklemektedirler.
Bugün Müslümanların, aşiret ve kabilelerin oyuncağı olmalarının sebeplerinden biri, Peygamberimizin önerdiği tevhidi tek devlet anlayışının kabul edilmemesinde yatmaktadır. Bu da devlete gizli bir isyan hareketidir. Devlet felsefemizi yeniden gözden geçirmeliyiz. Bilindiği gibi tek devlet anlayışına geçen toplumlar, ancak başarıyı yakalamışlardır. Tek devlet anlayışına geçilmesi demek, devletin bütün kurumlarının kabul edilmesinden geçmektedir.
Bugün devletinin kurumlarına, şekline ve pratiğine isyan eden toplumlar, tek devlet anlayışını kabul ettiği de söylenemez. Devletin kurumlarını kabul etmeyen birey ve toplumlar, adeta devletine şirk koşmuş, devletini yıkmak için örgüt kurmuş gizli bir isyan hareketi başlatmışlardır. Devletini ve kurumlarını çökertmek için ellerinden ne geliyorsa yapmaktadırlar. Bu anlayışla devletlerinin kalkınmalarına mani oldukları da görülmektedir. Acilen tevhidin tek devlet felsefesi oluşturulmalı ve tek devlet anlayışına geçilmelidir. Bu toplum mühendisleri ve onların yerli temsilcileri vasıtasıyla, günümüzde izledikleri sosyal siyasetlerle devletleri küçülterek daha iyi yönetme savaşı vermektedirler.
Keza Müslümanların bu aşiret ve kabile anlayışlarının elinde oyuncak olmalarının sebeplerinden biri de, kapsamlı bir sosyal güvenlik sisteminin kurulamamış olmasında yatmaktadır. Bu da devletin tevhidi bir sosyal güvenlik ağı kuramadığından; vatandaşlarını kurda kuşa yem etmesinden kaynaklanmaktadır. Yarının endişesini duyan insanlar, çeşitli aşiret ve kabile devletlerine sığınmışlardır. Acilen devletler, merkezden taşralara kadar kapsamlı bir sosyal güvenlik ağı kurmalıdırlar. Sığınaksız ve barınaksız hiçbir kimse açıkta bırakmamalıdırlar. Kusursuz sorumluluğun organizasyonunu acilen yapmalıdırlar. Aksi takdirde vatandaşlarını kurda ve kuşa yem edeceklerdir. Devletleri de istikrar bulamayacak, geleceklerini de tehlikeye atacaklardır.
Devletten halkına, emniyet ve güven içerisinde yaşamalarını, vatandaşlarını cehennemden kurtarıp adeta cennet bahçelerinde yaşamalarına teminat vermesini hararetle beklemekteyiz. Hz. Peygamberi Medinelilerin beklediği gibi bizde طلع البدر علينا devletten bunu bekliyoruz. Bu güzel milletimizi daha fazla uzaklara baktırmayalım. Vatandaşlarının yarınından endişe etmeyecekleri bir sosyal güvenlik ağının, merkezden taşralara kadar, kültürel sosyal güvenlik teminatlarımız da dâhil acilen bir yapılanmaya gidilmelidir. Devletimizden herkesin dünyada cennette yaşadığı, ahiretin cennetine müdahale edilmediği bir ortamın kurulmasını hararetle beklemekteyiz.
İnsanlık dünyasının kurtuluş reçetesi tevhittir bilesiniz. Tevhit konusunda, suç ile ceza, fakir ile zengin arasındaki bakış felsefemizi de ortaya koyduktan sonra, İslam’ın ikinci temel inanç ilkesine yer vermeye çalışacağım. Bu ilkelerin her biri hayatımızın rotasını belirleyen temel ve genel ilkeler olmalıdır.
Öncelikle klasik ifade ile kısas denk, tevhidi bir ceza şeklidir. Bu kavram, denkliği, tevhidi eşitliği de ifade etmektedir. Bu kavram, işlediği suç kadar, cezayı hak ettiği anlamında kullanılmıştır. İşlediği suça eşit yani denk bir ceza verilmediği takdirde, ya suç oranını artırırız ya da suçun cezası konusunda taraflardan biri hakkında adaletsiz ve haksız bir yola sapmış olabiliriz.
Suç ve ceza konusu önemli bir konudur. Bundan dolayı beraatı zimmet, masumiyet ilkesi evrensel bir ilke kabul edilmiştir. Bu ilkenin icrasında da sınıfta kalınmıştır. Suçlu olduğu kesinleşinceye kadar, herkesin suçsuz olduğu ilkesini pratikte hiç görmeyiz. Bu ilke sözde olsa da, özde aramızdan dargın ayrılıp gitmiştir. Öyle ki bu ilkenin gidişine şeytanlar bile çok sevinmişlerdir. Bu ilkenin gidişinden sonra yürekler hep kanatılmıştır. Algılara esir düşülmüştür. Bu tevhidi ilkemiz de aramızdan dargın ayrılıp çoktan gitmiştir. Ah edenlerin seslerini duyar gibiyiz. Mahkeme’ye yolu düşen, beraat etse de algılarda beraat edememiş, ve hep mahkûm düşmüşlerdir.
Sonuçta İslam’ın tevhit ilkesi, suç ile ceza arasında da bir denge kurmayı hedeflemiştir.Bir suç, ya Allah (kamu) haklarını ya da karma değilse kul (insan) haklarını ihlal edebilir. Bu bağlamda kamu ve insan hakkı suçları, birbirinden doğru olarak ayrılmalıdır. Keza takibi şikâyete bağlı suçlar ile kamu suçları ayrımı da özenle yapılmalıdır.
Suça verilecek cezada tarihten günümüze gaye / illet konusunda bir tartışma yaşandığı da görülmektedir. İşlenilen bir suçtan dolayı verilecek ceza, ya başkalarını bu suçtan caydırmak ya da suçu işleyen kişinin doğrudan doğruya ıslah edilmesi ilkeleri benimsenmiştir. Sonuçta ceza, bireyi caydırmak veya ıslah için zaruretten başvurulan bir çare ve yöntem kabul edilmiştir.
İnsan kutsal bir varlık olduğu için insana ceza vermek konusunda mümkün olduğu kadar uzak durulması ve titiz davranılması, bu bağlamda şüpheden sanık yararlanır temel ilkesi de kabul edilmiştir. Ancak kamu düzenini sağlamak için cezayı yaptırım da zorunlu görülmüştür. Keza cezada hata etmektense; suçta hata etmek gerektiği, klasik dönem cezalarının geri dönüşü olmaması sebebiyle şüpheden sanık yararlanır ilkesinin de kabul edilmiş olduğu bilinmektedir. Bu bağlamda ceza yasalarının asıl amacı, kamu düzenini korumak olduğu da anlaşılmaktadır.
İslâm ceza hukukunda suç ve ceza arasında tevhidi bir denge kurulmaya çalışılmıştır. Nitekim Kur’ân’da ) مثلها سيئة سيئة وجزاء” ) “Bir kötülüğün karşılığı, ona denk bir cezadır” buyurulmaktadır. Öyle ki kısasta suçlunun mağdura verdiği zararın, misliyle cezalandırılması ilkesi hâkimdir. Kısas, denk bir ceza vermek demektir. Suç ile ceza arasında bir denge olmazsa, anayasal bir hak olan adâlet, ihlal veya ihmal edilmiş olacağı açıktır.
Tarihten günümüze, ceza hukukunda bir tekâmül de yaşanmış olduğu görülmektedir. Bir dönem suçun illeti caydırıcılık kabul edilmişken; bir dönem suçun illeti ise bireyi ıslah etmek kabul görmüştür. İllet değişince hükmü de değiştirmişlerdir. Klasik dönemin aksine günümüzde vücut bütünlüğüne yapılacak her türlü müdahale bir tür işkence sayılmıştır. Keza tarihten günümüze sözlü hukuki yaptırımdan; maddi hukuki yaptırıma da geçilmiştir. Bilindiği gibi ilk dönem cezai hukuki yaptırım dayak görülürken; günümüzde hukuki yaptırım olarak cezalandırma, ihkakı hak anlayışından kurumsallaşmaya geçilmiştir. Klasik hukukumuzda hukuki yaptırım cilde vurulan celde cezasıyken; günümüzde yargı sopası, celde sopasının yerini almış olduğu da görülmektedir. Sonuçta tecrübelerin, sosyal ve iktisadi yapıların değişimine paralel olarak, sosyal hukukun tekâmülü ve terakkisi, birey ve toplumlar tarafından çoğu kez fark edilememiş, ciddi bir metodoloji sorunu yanında tartışmaları da beraberinde getirmiş olduğu anlaşılmaktadır. Saygılarımla.