“Hakikat” meselesi, içinde yaşadığımız dönemin bir yönden problemi olmaktan çıkmış görüntüsü verse de, hatta Wittgenstein gibi filozoflar felsefeyi “dil” üzerine yoğunlaştırıp artık klasik felsefenin hakikatin araştırılması tanımını değiştirseler de, tabiri caizse hakikat insanın peşini bırakmadığı için kolay kolay kenara bırakılacak bir hüviyeti yok.
Şimdi yazımın bileşenlerini kısaca sunmaya çalışayım. “Hakikat sonrası bunalımları” serlevha yazımda zihnimdeki hakikate dair kastımı netleştirmediğim için olsa gerek, bazı yorumlarda bu hakikatin ne olduğu ile ilgili sorunlar oluşmuş. Nitekim yorumun birisinde, birçok din yorumunun ve her düşünsel entitenin kendisini hakikat ilan etmesinin bir karmaşa doğuracağı haklı olarak ifade ediliyor. Fakat benim buradaki temel problemim daha çok Tanrı’nın konumuna dairdir.
Bir başka yorumda ise, doğru ve yanlışın devran değiştikçe yer değiştireceği ancak hakikatin zamana yenik düşmeyeceği, fakat bilimin bu konuda yol gösterici bir ışık olmaya devam edeceği beyan ediliyor. Buradaki temel problem ise postmodernlik epistemolojik kesinliğe meydan okuduğundan bilimsel kesinlik şeklindeki kategorileri reddetmekte, yorumu öne geçirmektedir. Dolayısıyla postmodernlik bilimin statüsünü tartışmaktadır.
Benim “hakikat” kavramını kullanımımda iki anlam düzeyi ayırt edilebilir. Birincisi, benim “hakikat” ile kastettiğim en başta Tanrı’dır. Tanrı, mutlak hakikat olarak ancak kendisiyle, kendisini tanıttığı biçimde ve kadarıyla bilgimizin konusu olabilir. Pre-modern dönemde Tanrı ve hakikatin merkezi bir öge olduğu anlayış ile hayat idame olmaktaydı. Fakat Descartes’ın “düşünüyorum; o halde varım” mottosunun ifade ettiği üzere insan bu hakikatin merkezine oturtuldu. Böylece insan merkezli bir evren ve dünya görüşü dünyaya egemen olmuş oldu.
Descartes’tan sonra Kant bu anlayışı daha da yerleşik hale getirmiştir. Bir yandan “sepera Aude” mottosuyla insanlığa cesaret aşılarken diğer yandan zaman ve uzamın zorunluluğu dahil insandaki kategoriler üzerinden dünyanın anlamlandırıldığını söylerken merkeze bizzat insanı yerleştirmekteydi. Artık bu yeni evren anlayışında Tanrı’nın bulunup bulunmaması bile çok önem taşımamıştır. Nitekim, kitabını okuduğunu fakat içinde Tanrı’yı göremediğini belirten majestelerine Laplace “kurduğum sistemde Tanrı’ya gerek duymadım” demiştir. Aslında o günden bu yana insan Tanrı’ya ihtiyaç duymadan dünya inşa etmeye uğraşıyor.
Descartes’tan sonra bugüne kadar gelen insan merkezli dünya ve evren anlayışını da iki döneme ayırabiliriz. İçiçe geçmeler söz konusu olmakla birlikte modern ve post/modern dönem. Biz de zaten bu niteliği belirtmek üzere “post/modern” şeklindeki bir yazımı tercih etmekteyiz. Modern dönemde ontolojik anlamda insan merkeze alınırken, epistemolojik anlamda insanın ürettikleri epistemolojik kesinlik olarak addedildi. Fakat geçen yüzyılın başından bu yana moderniteye yapılan itirazlar postmodern bir süreci gündeme taşırken, insan ontolojik olarak merkezde kalmaya devam etti. Fakat bu “insan” modernitenin varsaydığı şekilde bütün akılların aynı olduğu ve herkesin aynı metodolojiyle aynı sonuçlara ulaşabileceği şeklindeki varsayımlara meydan okurken öznel bir varlık olarak insanı merkeze almıştır. Böylece epistemolojik kesinlik de sadece tekil öznenin sınırlarına indirgenmiş oldu ve müthiş bir göreliliğin kapısı açıldı.
“İnsan”lığı merkeze alınca böyle bir sonuca ulaşmak gayet tabiidir. Çünkü insanı ontolojik ve epistemolojik kaynak olarak belirlerseniz, ya bütün insanların aynı işlemleri yaparak aynı sonuca ulaştığını varsayacak ya da her tekil insanın kendi sınırları içerisinde bir doğrusu olacaktır. Peki burada benim problem ettiğim şey nedir? Modernite dünya savaşları ve faşist iktidarlar gibi sonuçlara ulaştı ve neticede Aydınlanmanın önerdiği “rasyonel” bir insan ve dünya oluşmadı. Daha sonra güç dağıtılarak bütün insanlara “herkesin doğrusu kendine” denilerek bir özgürlük alanı açmış gibi göründü. Fakat gerçekte böyle bir özgürlük alanı oluşmadığı gibi iki temel problem daha derinlerde kendisini gösterdi.
Birinci problem, görecelilik ve enformasyon bolluğunun arasında kaybedilen hakikati “güçlü”ler önermeye başladılar. Dolayısıyla dünya gücün egemen olduğu bir duruma doğru evrildi. Ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel anlamda tabaka ve sınıflar arasındaki eşitsizlikte uçurumlar belirdi. Bu da kitlelerin aleyhine güçlülerin lehine bir dünya yarattı. İkincisi de, fani, sınırlı ve sonlu bir varlık olarak insanın kendisi ve bu dünyanın gerçekliğini kuşatamayacağı baştan belli idi. Fakat insan bunu denedi ve başarısız oldu.
Nietszche aslında bu durumu erken bir zamanda farketti. Tam da bu sebeple “iyinin ve kötünün ötesinde”n bahsetti. Tam da bu sebeple Tanrı öldü dedi. O, önerilen Apollon’a değil de Dionysos’e son bir ümitle sarıldı. Fakat Tanrı’ya bir operasyon denemesi yapılmıştı. Bu bağlamda Nietszche’nin kırbaçlanan ata sarılıp ağlamasını ve çıldırmasını iyi okumalıyız.
Geldiğimiz noktayı belirtmeliyiz ki, “Tanrı’ya bir şey olduğu yok, fakat insan(lık) kendisini hiç iyi hissetmiyor.”
Not: Bir önceki “Hakikat Sonrası Bunalımları” isimli yazımda geçen “yalanların samimiyetle çelişmediği bir çağa girildiğinden” ibaresi “Hakikat Sonrası” kitabının yazarı Lee Mcintryre’ye ait olarak yazılmıştır. Bu ibare aynı kitapta sunuş yazısı yazan Mirgün Cabas’a aittir. Sehven yapılan bu hatayı düzeltir, siz okuyuculardan özür dilerim.