Yazımıza başlamadan evvel şu iki tespiti yapmamız gerekir.
1-Biyoloji, kimya, fizik gibi temel bilimlerdeki gelişmeler, özellikle tıp alanında hızlı ve dev adımların atılmasına neden olmuştur. Bunun sonucunda hekimlik mesleği, yüksek teknolojinin uygulandığı çeşitli endüstriyel faaliyetin aynı anda uygulandığı çok karmaşık bir meslek haline gelmiştir.
2-Ülkemizde son dönemlerde hekim başta olmak üzere sağlık personeli aleyhine açılan dava sayısında önemli bir artış olduğu bilinen bir gerçektir. Bu artışta hasta ve hasta yakınlarının sağlık hakkı ile ilgili bilgi, tutum ve davranışlarındaki değişikliğin yanı sıra yazılı ve görsel medyanın da rolü olduğu inkâr edilemez.
Yapılan iki tespitten sonra konumuza giriş yapabiliriz. Bireyin en önemli hakkı olan yaşama hakkının ya da onun en önemli bileşeni olan vücut bütünlüğünün, sağlık personelinin bilgisizliği, deneyimsizliği ya da ilgisizliği nedeni ile zarar görmesi ceza hukuku ve tazminat hukuku bakımından sorumluluğun doğmasına neden olur. Literatürde değinildiği üzere “Medikal malpraktis” olarak adlandırılan durumlarda, mesleki dikkat ve özen yükümlülüğünün yerine getirilmemesi, sağlık personelinin sorumluluğunun doğmasına neden olacaktır.
Sağlık personeli aleyhine açılan davalarda sağlık personelinin mesleki dikkat ve özen yükümlülüğünü yerine getirip getirmediğinin tespitini, bilirkişi sıfatı ile Yüksek Sağlık Şurası ya da Adli Tıp Kurumu yapmaktadır. Her iki kurum da işin ehli olarak önüne gelen somut olayla ilgili değerlendirmelerini yaparak bilirkişi görüşü niteliğindeki raporlarını yüce yargının takdirine sunmaktadırlar. Yüce yargı da bu görüşler doğrultusunda davayı karara bağlamaktadır.
Teorik olarak kolay anlatılan bu süreçte uygulamada, maalesef, çok sancılı anlar yaşanabilmekte ve yüksek sesli itirazlar olabilmektedir. On yedi yıllık adli tıp uzmanlığımın yanı sıra beş yıllık Yüksek Sağlık Şurası Üyeliği döneminde elde ettiğim tecrübelere de dayanarak şunu söyleyebilirim ki, konu ile ilgili en önemli itirazlar, mesleki dikkat ve özen yükümlülüğünün yerine getirilip getirilmediğinin tespitine yöneliktir. Sağlık personeli aleyhine açılan ceza ve tazminat davalarında mesleki dikkat ve özen yükümlülüğünün yerine getirilip getirilmediğinin tespitine yönelik birçok sıkıntının bulunduğunu birçok bilimsel toplantıda belirttik. Zaten bu yazının konusu da bu değildir. Amacım başka bir noktaya dikkat çekmektir.
Bazı zamanlar başta TRT olmak üzere, çeşitli televizyon ve radyo kanallarında Sağlık Bakanlığının eğitim amaçlı tanıtım programlarına rastlamaktayız. Benim hatırlayabildiklerimden birisi, doğumun hastanede ya da en azından sağlık personeli tarafından yaptırılması ile ilgiliydi. Bir diğeri ise ortopedik vakalarda kırık ve çıkığın asla mahalledeki kırıkçılara tedavi ettirilmemesi ile ilgiliydi. Ve yazımızın konusunu da oluşturacak olan “enjeksiyonların, mahalle aralarında sağlık personeli olmayan kişilere asla yaptırılmaması, mutlaka sağlık kurumlarında sağlık personeline yaptırılması” gibi. Bu kısa süreli programların kitlelerin bilgilendirilmesi açısından çok önemli olduğunu kimse inkâr edemez. Bu nedenle bu tür bilgilendirmelere mutlaka devam edilmelidir. Ancak, bu bilgilendirmelerin etkinliğinin artırılması için uygulamaya yönelik gerekenler de mutlaka yapılmalıdır.
Televizyonda her türlü sağlık hizmetinin alımında mutlaka sağlık kuruluşlarının kullanılmasını isteyen Sağlık Bakanlığının bilgilendirme programını izleyen bir baba, okulda top oynarken düşüp kolunu kıran oğlunu, uzun yıllar köyün iğne vurma işini de yerine getiren sınıkçı yerine ilçedeki sağlık ocağına götürüyor, kırık kola yönelik gerekli tıbbi müdahaleyi takiben ağrısını kesmek için hemşire tarafından kalça bölgesinden kas içine yapılan iğneden sonra çocuğun bacağında aksama oluyor. Sonrası; açılan dava, mahkeme, muayene, EMG, Yüksek Sağlık Şurası, Adli Tıp Kurumu, komplikasyon ve sonuç “Hekime, hemşireye ve Sağlık Bakanlığına atfı kabil kusur yoktur”
Türkiye’de hiç de ihmal edilemeyecek bir sayıda meydana gelen intramuskuler enjeksiyon sonrası gelişen sinir hasarına bağlı malüliyet, her zaman vicdanımı sızlatan bir durum olmuştur. Bu nedenle, bu durumla ilgili olarak Yüksek Sağlık Şurasında görev yaparken de bir beyin cerrahı arkadaşımla birlikte farklı şeyler söylemeye çalıştık, ancak çok başarılı olamadık. Geçen gün bir baba geldi, durumunu ağlayarak anlattı. Dedikleri aynen şu; “Hocam, gözüm gibi baktığım oğlumun durumu beni kahrediyor. Eskiden top oynamayı çok severdi. İğne yapıldıktan sonra neredeyse yürüyemez oldu. Bu nedenle evimizi ve çocuğun okulunu değiştirdik. Oğlumu ben ve annesi uzun süre sırtımızda taşıdık. Evin penceresinden bakınca okulun bahçesi görünüyor. Herkes top oynarken o bir kenarda bacağını ovuşturuyor. Çocuğumun adı unutuldu, adı topal kaldı. Ben anlamam komplikasyon falan, benim oğlum o iğneden sakat kaldı.”
Sağlık personeli aleyhine açılan ceza ve tazminat davalarında mesleki dikkat ve özen yükümlülüğünün yerine getirilip getirilmediğinin tespitine yönelik bilirkişi kurumlarının görüşleri ile hukukun nihai hedefi olan adalete ulaşılmaktadır. Romalı hukukçu Ulpian her ne kadar adaleti “Herkesin hakkına düşeni vermek” şeklinde tanımlasa da; günümüz pozitif hukukunda mahkeme kararlarının adalete uygun olması, Güriz’e göre, kararların kurallara uygun olarak verilmesi anlamını taşımaktadır. Bu ise bazen kendi başına haksızlıklara neden olarak vicdanları rahatsız etmektedir. Aynen yukarıdaki örnekte olduğu gibi. İşte bu aşamada başka bir kavram devreye girer: “Nasafet”. Nasafet ile hükmeden hakim, olması gerekenle olan arasındaki karşıtlığı giderir.Yani, vicdanları rahatlatır.
Somut olayımızda sorun, enjeksiyonu yapan sağlık personelinin ceza hukuku açısından sorumlu olup olmaması değildir. Çünkü, sağlık personelinin ceza alıp almaması eylemden zarar görenin zararını gidermemektedir. Sorun tazminat hukuku açısından sorumluluğun olup olmamasıdır. Sorun, başka birisinin eylemi neticesinde sakat kalan, çocukluğunu, gençliğini sorunlu geçiren, günlük hayatını devam ettirmek için daha fazla güç harcamak zorunda kalan bir çocuğun ve bu durumdaki bir çocuğun anasının ve babasının maddi manevi yönden çektiği sıkıntıların tazminidir. Bunun nasafet anlayışı içerisinde değerlendirilmesi gerekir. Enjeksiyon sonrası oluşan bedensel zararın komplikasyon olduğunu söyleyerek vicdanları rahatlatmak mümkün değildir. Hele hele kitleye yönelik eğitim programında “Sağlık personeli olmayan kişilerden sağlık hizmeti almayın sağlık kuruluşlarına başvurun” diyen Sağlık Bakanlığının, kendi çağrısına güvenerek sağlık kurumlarına başvuran hastanın enjeksiyon sonrası sakat kalması durumunda da “Ne var bunda bu komplikasyon, tıbbın kabul edilebilir riski içerisindedir” demesi, bilgilendirme programlarının iflası anlamına gelir. Hatta daha da ötesi Anayasa’mızın ikinci maddesinde yer alan sosyal devlet anlayışının da örselendiği anlamındadır.