Yıllardır aklıma takılan ve birçok nedene bağladığım konu, ülkemizde bilime ve bilim adamlarımıza gerekli değerin neden verilmediğidir. İki ay önce yaptığım bir yurt dışı gezide, Estonya-Vilnius Üniversitesinde bulunan Türkoloji Merkezini ziyaret etmek üzere gittiğim ana binada ve yeni dolaştığım Cenevre’nin eski şehir bölgesindeki sokakları gezerken bunun önemli bir nedenini fark ettim.
Ülkemiz de dâhil, yıllardır Müslüman ülkelerin hepsi sosyoekonomik yönden olduğu gibi, fen bilimlerinde de oldukça geri kalmışlardır. Şöyle tek tek Müslüman ülkelere baktığımızda çoğunda abartılı zenginlerin, hatta dünyanın zenginleri arasında sayılan kişilerin bu ülkelerde bulunduğunu görüyoruz. Kişiler diyorum, çünkü bu ülkeler arasında olup da gezdiğim Suriye, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Cumhuriyeti, Fas, Tunus ve Mısır’da halka yansıyan bir refah hâli bulamamış ve çok etkilenip üzülmüştüm.
Bu ülkelerdeki zenginliğin, ülkeyi idare eden aile ve bireylerine sınırlı, kaynağının da çoğunlukla petrol yataklarına bağlı olduğunu görüyoruz. Demek ki, petrol zengini olan bu aileler, her nedense tüm ülkenin malı olan bu imkânları kendileri ve yakınlarına sınırlı tutmuş ve halkın sosyoekonomik düzeyini yükseltmek için kullanmamışlardır. Diğer bir yansıtmama alanları da insanların ve özellikle kızların eğitimine, üretimli iş alanlarına ve daha da önemlisi bilime, bilim insanlarına olmuştur.
Bu ülkelerin insanları ve buraları 20. yüzyıla kadar idaresi altında tutan Osmanlılar da, şimdikiler gibi Müslüman’dı ve Kur’an’a bağlıydılar. Ancak 16. yüzyıla kadar Anadolu dâhil, yine Müslüman ve Kur’an’a bağlı olan bu ülkelerde uluslararası bilime oldukça önemli katkılar sağlayan İbn-i Batuta, İbn-i Sina, Biruni, Piri Reis, İbn-i Haldun ve daha niceleri, gerek matematikte gerek teknolojide ve hatta astronomide önemli buluşları ve kitapları ile dünya bilimine önemli katkılar sağlamışlardır. Kitapları Avrupa ülkelerinde ders kitapları olarak okutulmuştur. Hatta bazılarının kitapları Grek diline çevrilmiş, fakat daha sonraları Yunanlılar bu kitapları büyük bir kurnazlıkla kendi bilim adamlarına mal etmişlerdir. Bu intihal manevrası da, bilimde Grek damgasının vurulma yanılgısını getirmiştir. Fakat ne zamanki Büyük Selçuklu Sadrazamı üniversite diye medrese açma yolunu benimseyip, başa getirdiği Gazali de, din bilimleri dışındaki bütün fen bilimlerini ve eleştirel özgür aklı yasaklayınca, Müslüman dünyası bilimde en ufak bir varlık bile göstermemeye başlamıştır. Tabii bu seyir Osmanlı’da da devam etmiştir. Din ilimleri ismi altında medreselerde Kur’an’ın ezeli ve ebedi, evrensel ve zaman üstü özellikli muhkem-kesin hükümlü mesajlarını anlama ve halkı bunlarla aydınlatıp yönlendirme yerine, toplumdan topluma ve zamandan zamana farklı olması gereken müteşabih (değişken) mesajlar, “dokunulmaz mesajlar” diye ön plana alınmıştır. Çünkü Al-i İmran- 7. ayetteki gerçek, Kur’an’ı bildiğini ileri sürüp, toplumda kendilerini dini lider olarak kabul ettirenler tarafından ya anlaşılmamış veya görmezlikten gelinip gizlenmiştir. Al-i İmran- 7. ayette, Kur’an ayetlerinin muhkem ve müteşabih olmak üzere iki çeşit olduğu ve içleri fesat olanların muhkemler yerine müteşabihleri ön planda tuttukları gerçeği bulunmaktadır. Halbuki Kalem-32 ve A’la-9. ayetlerde Kur’an’ın bir meslek kitabı olarak değil, bütün insanlar okuyup anlasınlar diye indirilen bir ders kitabı ve Hicr-87. ayette açıklandığı gibi Kur’an’ın, çifter katlı 7 anlamlı olduğu vurgulanmaktadır. Ki bu özellikler Kur’an’ın muhteşem bir mucize olduğunun göstergeleridir. Kur’an, muhkem-kesin hükümleri ile zorlaştırmayı yasaklayan, kolaylaştırmayı önceleyen din olan İslam dininin öz kuralları ve huzur verici yönlendirmeleri ile özgür iradeli, eleştirel akıllı insanların adil, güvenli ve kendilerinin özgürce seçtikleri idarecilerin bulunduğu toplum yapısını emreden bir kitaptır. En önemlisi de, anlayarak okunmasını, her insanın doğuşsal ve bireysel anlayış kapasitesine, ön yargısız yaklaşımına ve gayretine bırakan Kur’an, evren ve yaratılanların araştırılmasını ilim olarak önceleyen bir kitaptır. Hatta Al-i İmran-18. ayeti ile adaletli âlimi, meleklerden sonraki sıraya koymuştur.
İşte böylesi gerçekler dururken, Müslüman toplumların şimdiki perişan halinin ilk sorumlusu Kur’an değil, ya anlamayanların, yanlış yorumlayanların veya olan bu gerçekleri gizleyenlerin yanlı yaklaşımları olmuştur. Diğer sorumluları da, bilimin öneminin kavranmaması ve buna paralel olarak bilim adamına gerekli değerin verilmemesi ve önemsenmemesidir diye düşünüyorum.
Bu düşüncemi, Vilnius Üniversitesini dolaşırken, koridorların duvarlarına asılmış gördüğüm ve 1500’lü yıllardan beri yaşamış ve ülkesi ile üniversitesinin bilimselliğine katkılar sağlamış bilim adamlarının portreleri ile Cenevre şehrinin eski sokaklarına sadece bilim adamlarının isimlerinin verilmiş olması pekiştirmiştir. Gezdiğim ve eski tarihi yapılarını büyük bir titizlikle koruduğunu seyrettikçe imrendiğim Avrupa şehirlerinin hiçbirinde herhangi bir siyasetçinin isminin verilmiş olduğuna rastlamadım. Çünkü gelişmiş ülke insanları, bir grubun siyasetçisinin isminin verilmesinin, yaz-boz tahtası misali, her farklı gruba göre değişeceği (Dikkat edilirse cadde, meydan, park veya bulvar isimlerinin iktidardakilere göre değişim örnekleri görülecektir) demek olacağının bilincindedirler diye düşünüyor, içtenlikle bu yaklaşımlarına gıpta ediyor ve yeniliklere, değişimlere açık, eleştirel akıllı, sorgulayıcı ve özgür iradeli cesur yeni nesil gençlerden, bu yanlışlıkları düzelteceklerini bekliyorum. İnşallah.