(DİKKAT! DİKKAT! BİR KEZ DAHA DİKKAT!)
- İslam dinin iki genel ilkesi bulunmaktadır:
Birincisi; “CEHALETLE MÜCADELE” etmektir. O da nur dağının eteğinden yükselen vahiy projesidir. Bu proje İslam dinin birinci emri olan okumaktan ve kendini yenilemekten geçmektedir. Kendimizi yenilemezsek, yenileceğimizi bilmeliyiz. Nasıl ki canlılar susuz yaşayamazsa; toplumlar da eğitimsiz bireyler huzur ve güven içinde birlikte yaşayamazlar. Bunun için vahyin yeryüzüne ilk müdahalesi ve ilk emri okumak yani “cehaletle mücadele etmek” emri olmuştur.
إِقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ Öyle ki Hıra mağarasında Hz. Peygambere inen bu ilk ayet, insanlık için de ilk emir kabul edilmiştir. Vahiy mesajından ve İslam kültüründen anlaşılan, vahyin yeryüzüne yaptığı ilk müdahale bu ayetle başlamıştır. Bu ayet bize yeryüzünün birinci sorununun cehalet mücadele olduğunu ifade etmektedir.
Cehaleti yenmek için önce vahyin ışığında, aklı kullanarak itikadi alanda derhal, pratikte ise tedrici olmak gerektiğini vahiy kültüründen anlıyoruz. Güneş ve ay gibi Kur’an ve akıl hakikati bulmada yol göstericidir. Zira nass ile akıl, biri genel diğeri de özel iki vahiy, asla birbirine tearuz etmezler.
Bilindiği gibi H₂O maddi ve manevi dünyamızın kırmızı çizgileridir. H₂O adeta anayasa ve yasa gibi hiyerarşi bir yapı arz etmektedir. Biri Allah’ın vahyi biri de Peygamberin pratik uygulamalarıdır. Söz Allah’ın sözüdür. Yol Peygamberimizin yoludur. Akıl ile vahiy arasında H₂O diye ifade edilen bir bileşik söz konusudur.
Öyle ki iki hidrojen Kur’ân ve Sünneti, bir oksijen ise bireysel ve ortak aklı ifade eder. Biri diğerinin mütemmim cüzüdür. Nasıl ki suyun oluşumu iki hidrojen ve bir oksijenden meydana geliyorsa; İslâm’da Kur’an, Sünnet ve aklın birlikteliği ile meydana gelmiştir. Âdeta kâinatın ve insanlığın âbı hayatı bu esasa dayanmaktadır. Biri maddi diğeri manevi dünyamızın ana esaslarıdır.
Keza İslâm dinînin yürürlüğü de vahiy (nassı katî) ve içtihat (nassı zannî) gibi iki ana esasa dayanmaktadır. Tarihten günümüze akıl ve nakil çatışması önümüze bilinçli atılan bir fitnedir. Ne yazık ki kitaplarımız ve insanlarımız hala bu sakızı çiğner dururlar. Kur’an’ın anlaşılmasında en önemli odak nokta nass ve içtihat alanında ortaya çıkmaktadır.
Diğer bir ifade ile din ve şeriat ayrımında birleşenler olduğu gibi ayrışanlar da bulunmaktadır. Oysa din, insanlığın var edilmesinden itibaren Şâri’in tevhid akidesi üzerine kurduğu bütün insanları kapsayan vahye dayalı evrensel kanunlar manzumesidir. Şeriat ise insanın toplum içerisinde huzurlu bir hayat sürebilmesi için yaşadığı dönemde oluşturulan ve her an değişime açık kanunlar bütünüdür.
Cehaletle mücadele için birey ve toplumlar, eğitimi öncelemişlerdir. Bunun için eğitimi bozuk olan toplumlar, başarıyı yakalayamamışlardır. Desene toplumu toplum yapan asli rükün, sistemli bir eğitimden geçmektedir. Eğitimini savsaklayan toplumlar; terakkilerine mani olacaklar, geleceklerini karartacaklardır.
Eğitim, bireyi olması gereken toplum yapısı için geleceğe hazırlama ameliyesidir. Eğitim sadece geçmiş bilgilerin ezberletilmesinden ziyade bu bilgilerden hareketle yeni ufuklara kanat açmaktır. Eğitim, her istidat ve kabiliyete göre tek tip insan yetiştirmekten ziyade özgür aklı kullanmaktan geçmektedir. Aklen ve fiziken düştüğümüz yerden ayağa kalkmak yine de eğitimle gerçekleşecektir.
Terakki ise tevhit ve şirk sınırlarını dikkate alarak aklın özgürlüğünü sınırlamamaktan geçer. Aklın özgürlüğü üzerinden bilgiyi fark edemeyenler, fiziki değişimi de fark edemeyeceklerdir. Aklın özgürlüğü bize bilgiye ulaşma yolunu açacaktır bilesiniz.
Bu ilk ayet, إِقْرَأْ adeta sosyal hayatın birlikte yaşam projesinin alt yapısını çizmektedir. Böylece bu ayet bizlere, huzur ve güven içinde yaşamak için öncelikle eğitimle birlikte cehaletten kurtulmak gerektiği konusunda çözüm adresi göstermektedir. Susuz canlı olamayacağı gibi eğitimsiz birlikte yaşam da olamayacaktır. Bunun için İslam’ın ilk emri okumak ve cehaletten kurtulmak olduğu anlaşılmaktadır. Bu asli genel ilkeyi ıskalamak, bir toplumun çöküşü ve cehennemini hazırlamak olacaktır.
İkincisi ise “HUKUK (ŞERİAT) MÜCADELESİ” vermektir. Bütün Peygamberlerin ve akıllı insanoğlunun esasta bu iki asli görevi bulunmaktadır. قُمْ فَأَنذِرْ Bu ayet ise bize, okuyup öğrendiğini, sosyal hayatta pratiğe yansıtmak için hukuka göre hareket etmemiz gerektiğine vurgu yapmıştır. Böylece insanlığın tevhit ilkesinin temeli atılmıştır. Bu iki genel esas, İslam dininin asli genel ilkesidir. Bütün Peygamberlerin ve kâmil akıllı insanoğlunun asli görevi birlikte yaşam projesinde tevhidi ilkeyi esas alarak hukuk (şeriat) düzeni kurmaktır.
Bu bağlamda her Peygamber, sosyal hayatta, vahyin belirlediği sosyal siyasete uyarak, hukuk mücadelesi vermiştir. Bilindiği gibi tevhit akidesine göre, her insan eşit yaratıldığı, eşit haklara sahip olduğu gerçeğinden hareket edilmiştir. Tevhidi sağlayamayan toplumlar, özgürlüğünü kaybetmiş köle toplumlardır.
Bugün her ne kadar köleliğin şekli değişmiş olsa da esasta kölelik sadece karın tokluğuna çalışan, başkasının kafasıyla düşünen ve gezen insan topluluklarından oluşur. Bu toplumlarda bireyler, ya haksız gelir elde edilen riba / sömürüsüne maruz kalırlar ya da istibdat altında cehennemi yaşarlar. Tevhit akidesini gerçekleştirmek için öncelikle hukuki (şer’i) düzenleme yanında bu hukuki düzenlemeyi (hak ve yasa kavramını) toplumsal kabul haline dönüştürmek gerekmektedir. Toplumlarda hukuk ve yasa kavram bilinci, kolay yerleştirilememiştir.
Bu bağlamda tarihten günümüze menfaat ve çıkar kavgaları pek çok haksızlıklara sebebiyet vermiştir. İnsanoğlu, dün olduğu gibi bugün de hak ve hukuk kavramlarını istismar etmiş, tevhidi akideyi gerçekleştirememiş olduğundan halen sömürülmektedir.
Artık insanoğlu o kadar istismar edilmiş ki bugün insanların sözleri doğru bile olsa güvensizlik hat safhaya çıkmıştır. Desene insanların zihinlerinde hak ve hukuku yerleştirmek toplumlar için kolay olmayacaktır. Bunun için “ehlisünnet yöntemi” ve “ehlü’l hal ve’l akd” ilkelerine hararetle ihtiyacımız bulunmaktadır.
Dün ahirete inanç kavramıyla, bu haksızlıklar önlenmeye çalışılmış olsa da bugün bu ahiret inancı zayıfladığından çoğu kez dünyada yaptırımı olmamaktadır. Bugün karşılığını ahirette alırsın yaygın bir yaptırım söz konusu olmuştur. Hesapları ödemek ahirete kalmıştır. Bugün hükmün ahirete ertelenmesi kararı, suç tekerrür etse de halen devam etmektedir.
Hemen her Peygamber, cehaletle ve hukuk mücadelesi vermek için yeryüzünde görevlendirilmişlerdir. Her akıllı insanın görevi de bu iki genel mücadeleyi vermek zorundadır. İnsanlar doğuştan eşit haklarla doğdukları kabulü yanında, adil bir düzen kurmaları için tevhidi bir anlayışı hâkim kılmak sorumluluğunu yüklenmişlerdir.
Tarihten günümüze cehaletle mücadele ve hukuk (şeriat) mücadelesi vermişlerdir. Toplu yaşam için önerilen hukuk kurallarına Arapça şeriat bugün ise hukuk kavramı kullanılarak insan merkeze alarak hakça bir adil düzeni hedeflenmiştir. Bugün Müslümanlar arasında kavram dövüşüyle maddi savaştan daha büyük tahribatlar yapılmıştır. Cehaletin tahsili yapıldığı toplumlarda tuz kokmuş ve tevhidi terazi çoktan bozulmuştur.
Oysa İslâm dininin hükümlerinin bir kısmı dinin özünü, değişmez sabitelerini, genel geçerlerini oluşturur. Bunlar insanlığın temel ve evrensel ilkeleri olup nas (sübut ve delaleti katî) olarak ifade edilirler. Nasların sübutu katî, delâleti hükümlere kati olabileceği gibi zannî de olabilir. Nasların sübutu ve delâleti katî olan hükümlerinin her türlü yoruma kapalıdır.
Bu bağlamda şayet naslardaki lafzın birden fazla manaya delâleti yoksa yani tek manaya geliyorsa bu nassın hükme delâleti kesindir. Ancak nassın hükümlere delâleti zannî olanlar ise nassın lafızlarının yorumlanmasında birden fazla ihtimalin bulunup bulunmaması diğer bir deyişle birden fazla manaya açık olup olmayışına yani çeşitli şekillerde tefsir ve tevil edilebiliyorsa o ayetin hükme delâleti zannîdir.
Nassi katî ve nassı zannî meselesi âlimler arasında halen problem olmaya devam etmektedir. İçtihatların nas gibi görüldüğü toplumlarda işler daha da karmaşık hal almıştır. Bu ilkelerden sonra İslam dinin olmazsa olmaz temel ilkelerine geçebiliriz.
II.İslam dinin temel ilkelerine gelince; bu ilkeler vazgeçilemez, terk edilemez, hak edilemez, doğuştan kazanılmış, insan olmanın gereği eşitlik / tevhidi temel ilkelerdir:
Birinci temel ilke TEVHİTTİR. Bütün insanların hukuk önünde eşit olduğunun haykırışıdır. Tevhid, bütün insanlığa genel bir çağrıdır. Üstünlüğün ancak ve ancak hukuka saygı duymada olmasıdır. Sınıfsal ayrıcalıklara son verilen bir akidedir. Yani camideki saf düzeninin sosyal hayatta pratiğe yansıtıldığı sistemin adıdır. Yoksa kelimeyi tevhidin lafzını söyleyerek Müslüman olmaktan ziyade manasına inanmak ve pratiğe yansıtmak esastır. Ancak teraziniz bozuksa tarttığınız (riba) hep boşuna olacaktır. İşte tevhit, sosyal hayatta bu terazinin de denk tutulmasıdır.
Öyle ki tevhid; kadın ile erkek, emek ile sermaye, zengin ile fakir, işçi ile işveren, devleti ile vatandaş gibi insan olma özelliğinde hak terazinin denk tutulması demektir. Peygamberimiz Mekke’de bu tevhidi mücadeleyi verdiği için imtiyazlı Mekkeliler tevhidi kabul etmediler. Tarihten günümüze analarının hür ve eşit olarak doğurduğu insanları köle yaparak, sosyal hayatta eşit haklarla mücadele etmelerinin önü sürekli kesilmiştir.
Zamanla insanlar köleleştirilerek sömürü düzenleri kurulmuştur. Sen çalış ben yiyeyim asalak anlayış hâkim kılınmıştır. Bugün Anayasalara eğitimde, iş hayatında, sosyal hayatta fırsat eşitliği yazılsa da pratikte hiçbir ülkede bu eşitlik / tevhit sağlanmış mıdır bilemiyorum.
İslam, gerek sosyal hayatta tevhidi ilke edinmiş gerekse iktisadi sömürü düzeni olan riba’yı kamu düzenine bir savaş açma olarak değerlendirmiş ve insanların emeklerinin sömürülmesine hararetle karşı çıkmıştır.
Keza insanları mazlumiyet ve mağduriyetinden istifade edilerek sömürülmesine şiddetle karşı çıkmıştır. Böylece İslam’ın iktisadi alanda sömürü düzenine karşı yapılmış en ciddi hukuki düzenlemesi riba yasağı kabul edilmiştir.
İkinci temel ilke ise birlikte yaşam projesi olan tehlikede tevhit olmak yani “TEHLİKEDE İŞTİRAK, NİMETTE TAKSİMAT” projesidir. Tehlikede tevhit olma yanında gelirin adil paylaşılması esastır. Birlikte yaşam projesinin olmazsa olmaz ilkesi olan bu ilkenin ihlali ve ihmali kaos ve mutsuz bir toplum yapısı oluşmasına sebep olur.
Müslümanlar, bugün sadece kelimeyi şehadet getirerek ahiretten alırsın mantığına yönlendirilmiştir. Birlikte yaşamanın temel ilkesi ve şehadeti ihmal edilmiş, toplu yaşamda vahiy projesine virüs sokulmuştur. Bugün zenginlerin dünyayı yaşadığı, orta sınıfın şikâyet ettiği, fakirlere şükürün kaldığı bir toplumda yaşıyoruz. Oysa birlikte yaşamanın temel ilkesi, tehlikede tek vücut olma, nimette ise adil bir paylaşım olmalıdır.
Bu esası benimsemeyen Mekke müşrikleri Peygambere hep karşı koydular. Menfaattarı zedelenir diye Hz. Muhammed’i Mekke’den çıkardılar. Hz. Peygamber (sav) Medine’de adil bir düzen kurdu. Tehlikede iştirak, nimette taksimat olan vahiy projesini, birlikte yaşam projesi olarak kabul etti. Bu vahiy projesi Emevilerden bu yana ihmal edilerek sadece ahirete yönelik olan tevhit inancı benimsendi.
Bugün Müslümanların bu zilleti yaşamalarına sebep olundu. Bilinçli ve bilinçsiz bir sosyal siyaset izlendiği tahmin edilmektedir. Bu zilleti halen göremeyen, hasta toplumun tanısını koyamayan, tehlikede iştirak edemeyen, nimeti adil paslaştıramayan sistem anlayışına son verilmelidir. Dünya malı olan çakıl taşını, kardeşlik çimentosuyla karıştırıp tevhid suyuyla yoğurmak gerekmektedir. Ancak böyle kardeşlikten bahsedilebilir ve tevhidi ilke yerine getirilmiş olur.
Eğer tehlikede iştirak yani sosyal güvenlik sistemimizi iyi kuramazsak, tehlikeye uğrayanlar cehennemde yaşarlar. Allah’ın nimetini ise adil paylaştıramazsak, toplumsal barışı kuramayız. Nutuk ve nara olarak da “Allah’ın on pulunu bekleye dursun on kul / Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul / Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa / Yaşasın, kefenimin kefili karaborsa!” nakaratlarını da söyleyip dururuz. Yetmedi kürsüye çıkar kardeş olalım diye vaazlar yaparız. Bu tevhidi ilkenin birlikte yaşam projesinin şehadetinin aslını, pratikte inkâr ettiğimizden kimseler bize inanmayacaktır. Bu ilkeyi de Emeviler değiştirdiği için bugün İslam dünyası perişan halde yaşamaktadır.
Gelin İslam dininin bu medeniyet güneşini yeniden ilkeleriyle pratiğimize hâkim kılalım. Sadece yukarıda ifade ettiğim temel ilkenin pratiğe aktarılması bile birlikte yaşamın damarlarımıza kan, soluduğumuz oksijeni kadar bize heyecan katacaktır. Kelimeyi şehadet getirilerek İslam’a girmekle birlikte, toplu yaşamın şehadeti olan “tehlikede iştirak, nimette taksimat” ilkesinin makas değişimini bile anlasak çok şeyler değişecektir.
İslam dinine sadece girmekle yapığımız şehadetle tevhid sağlanamamıştır. İslam’ın birlikte yaşam projesinin şehadeti, İslam’a girip İslam’ın ilkelerinin devamı için zorunlu şartlardandır. Peygamberimizin uyguladığı bu vahiy projesi bırakın Türkiye’yi, dünyamıza yeniden adil bir düzen kurmak için bir meşale yakmış olabiliriz.
Ne yazık ki bugün kurulan siyasi partiler, bu temel ilkeleri göz ardı ederek menfaat ve çıkar pazarına postu attıklarını görmekteyiz. Keşke bu minvalde bir siyasi parti kurabilmiş olsaydık. Peygamberimizin vahiy projesiyle gerçekleştirdiği tevhit yolu, hepimizin birlikte kurtuluşu olacaktır. Bizi bu kutlu yoldan çeviren tarihte çok ciddi bir sosyal siyaset izlenmiştir.
İslam öncesi Arap kültürünün örf ve adetlerine gerisin geri döndüğümüz unutturulmuştur. Bunu da din kavramının kültürüyle destekleyip geleneğe iman ettirilmesiyle sağlanmıştır. Bu koşullandırma ve şartlandırmalar ile beyinlerimizde 360 putu tekrar hâkim kılmışlardır. Bugün gerçek bilgiye kapalı bir zihin yapısı oluşturularak adeta putçuluğa seccade serilmiştir. Sonuçta bugün her bir Müslüman bir kenarda gözyaşı dökmektedir. Artık bedenen, ruhen ve kalben yorulmuş bir İslam âlemi, can çekişirken; vahiy projesinin pratik uygulamasına derhal geçmemiz geleceğimiz açısından, hararetle ihtiyacımız bulunmaktadır.
Geçici dünya hayatını ebedi dünya hayatına tercih eden bir toplum haline gelmiş bulunmaktayız. Kapitalizm gözlerimizi kör ettiğinden gerçeği göremez hale geldik. Gelin birlikte yaşamın temel ilkesi olan “tehlikede iştirak, nimette taksimat” ki Kur’an’ın bize verdiği bu tevhit ruhunu tekrar dünyamıza hâkim kılalım. Gerisi boş söz ve insanları kandırmaktan öteye bir çözüm yolu olmayacağı açıktır. Buyurun er kişi niyetine…!
Üçüncü temel ilke ise Peygamberden sonra hakikati ve doğruyu bulmak için belirlenen yöntemdir. Bu yöntem ise “EHLİSÜNNET VE’L-CEMAAT YÖNTEMİDİR.” Ortak akıl, kolektif şuur ve müşterek hayır de denilen bu yöntem olmazsa olmaz yöntemlerden biridir. Peygamberden sonra kim yönetecek ve yönetime nasıl gelecek? Doğru ve hakikati nasıl bulup neye göre hareket edeceğiz. Ne yazık ki ehlisünnet kavramı da tren rayı gibi makas değişimine tabi tutulmuştur.
Ehlisünnet, Peygamberimiz (sav) vefat edince ümmetin dağılmaması için izlenilen bir yöntemdir. Bu yöntem doğruyu bulma arayışının bir sonucudur. Şia doğruyu bulmak için, yönetenin ehlibeytten olması gerektiği ilkesini benimsedi. Ehli beyt hangi tarafta ise doğru oradadır prensibini benimsedi. Diğer kesim ise ehlisünnet ve’l cemaat ilkesini benimsedi. Yani müçtehitlerin veya Müslümanların ortak aklının doğruyu yakalamada esas alınması gerektiğini savundu. Peygamber masumdu, gerçek doğrunun tarafı idi. Onun vefatından sonra böyle iki anlayış ortaya çıkmıştır.
Bugün ehlisünnetin algısı, Emevilerden sonra bilinçli bir makas değişimine sokulmuştur. Bu gelenek halen devam etmektedir. Yazıktır. Günahtır. Marjinal muhafazakârlıkla Ümmeti Muhammedi perişan ettiler. Niyetleri kötü değilse, basiret noksanlığı diyelim gitsin. Çocuğunu seven ana gece yatağında üzerine düşüp öldürmesi gibi. Sabahleyin ağlayan ana çocuğunu öldürmeyi düşünmemişti. Aynı şekilde bugün yanlış yollarda İslam aramak, İslam dünyasını ve geleceğimizi mahvetmiştir.
Bu lafızcı ve şekilci yaklaşım İslam dünyasını içinden çıkılamaz bir dağınıklığa sürükledi. Bugün de durum aynıdır. Ağlamak çözümse gelin hep birlikte ağlayalım. Bugün ehlisünnet algısının öylesine değiştirdiler ki Fırat nehrini geri akıtmak gibi bu gerçeği insanımıza anlatmak bir o kadar daha zorlaşmıştır.
Bugün İslam dünyasında “ehlisünnet algısı” ne kadar da yozlaşmıştır. Ehlisünnet denilince her kafadan bir ses çıkıyor. Herkes kendisinin ehlisünnet olduğunu iddia ediyor. Öyle ki bugün Müslümanların bir kısmı, kendilerinin ehlisünnet olduklarını diğer bir kısım Müslümanların ise ehlisünnet düşmanı olduklarını iddia ediyorlar. Desene bir kısmı Allah’ın has kulları diğer kısmı Allah’ın düşmanları gibi duruyor. Bu anlayışla Yahudilerin müzmin hastalığına tutulmuşlar galiba.
Ehlisünnet, ümmetin ortak aklıdır. Orta yoldur. Klasik dönemdeki icma yoludur. Günümüzde dini ve dünyevi işlerde alınan ortak kararlardır. Herkes kendini ehlisünnet diye ifade ediyor. Kur’an ve sünnet yolunda olduğunu iddia ediyor. Kur’an ve Sünnet yolunda gitmiyorum diyen zaten yok ki. Sorun ehlisünnet kavramı içerisini nasıl doldurdukları ile ilgili olduğu anlaşılmaktadır.
Dördüncü temel ilke ise SORUMLULUKTUR. Tarihten günümüzesorumluluktan kaçmak isteyerek sorumluluğu kadere yükleyenler bulunmaktadır. Emevilerin sorumluluk hukukunda kendilerini meşru göstermek için ortaya attıkları çeşitli rivayetlerle sorumluluk gemisine gedik açmışlardır. Darbe yoluyla iktidarı ele geçiren Emeviler, iktidardan indirilme kaygısına karşılık ürettikleri rivayetler ile izledikleri sosyal siyaset gereği kendilerini garantiye alma çabalarını görüyoruz. Tedbir ve takdir rayında ciddi makas değişimi yapmışlardır. Belki de ciddi bir sosyal siyaset izlenmiştir.
Tedbir alınmadan takdirin, takdire inanmadan tedbirin yaralarımıza derman olamayacağı açıktır. Tedbir alınmazsa yasanın (sünnetüllahın) ne suçu var ki bilemiyorum. Emeviler döneminde idareci ve sorumlu kimselerin kendi hatalarını örtmek için geliştirdikleri aklı öteleyip iman esaslarına bilinçli sokulan bir anlayışla tedbir ve takdir meselesinde kafaları daha da karıştırmış, böylece iktidarlarını sürdürmüşlerdir.
Kader ve kaza meselesi bu toplumda halen tartışma yapılan konulardan biri haline gelmiştir. Adeta bütün kötülük ve haddi aşmalar, kader kavramı içinde mütalaa edilmeye başlanmıştır. Hatta kendi elimizle kendimizi tehlikeye soktuğumuz durumlar bile kader kapsamına sokulmuştur. İnsanların sorumluluğu kaldırılmış suç ise kadere yüklenecek kadar ileri gidilmiştir. Sorumluluğun ötelenmesi ve takdire bağlanması, suçun başkalarında ve kaderde aranması işimizi kolaylaştırmışa benziyor.
Beşincisi temel ilke “KAVMİYETÇİLİĞİN YOK EDİLMESİDİR.” Bu ilkeyi de dejenere ederek alt kimlikler üreterek eski cahiliye hayatına gerisin geri dönülmüştür. Eski klasik dönem kabile ve aşiret anlayışını bugün modern kavramlarla gizleyerek Müslüman üst kimliği altında alt kimlikler oluşturdular. Bu bölünme masum gösterilse de izledikleri sosyal siyasetle Müslümanları birbirleriyle vurdurdular. Bilim ve teknoloji ile uğraşmak yerine birbirimizle uğraştırdılar, kavram savaşı yaptırdılar. Şimdi de atı alan Üsküdar’ı çoktan geçti. Yazıktır, günahtır.
Allah (cc) Müslümanlara tek kimlik vermiştir. Bu kimlik de Kur’an ifadesiyle Müslüman kimliğidir. Müslüman bu kimlikle yaşar, bu kimlikle kabre girer. Müslümanlar ne yazık ki asli kimliklerini kaybedip alt kimliklerini öncelediler.
Bugün ne yazık ki Müslümanlar benden, senden, Kürt, Türk, alevi, sünni, cemaat, tarikat, benim partim gibi ürettikleri klasik dönem aşiret ve kabile anlayışına gerisin geri döndüler. Aynaya bakıp kendilerini güzel görüp başkalarında kusur aradılar. Kusurun kendilerinde olduğunu hiç düşünemediler.
Oysa cami dışında cemaat aramak Kâbe’de kıble aramaya benzer. İslam’ın bu temel ilkeleri, bilinçli veya bilinçsiz iktidar uğruna geliştirdikleri sosyal siyasetle yok ettiler. Belki de kendi değerlerimizi koruyalım derken iyi niyetle çıktıkları bu yollar sebebiyle bizleri de hüsrana sürüklediler. Müslüman bahçemizde vahşi otlar bitirdiler. Müslümanı, Müslümana düşman yaptılar.
Her bir aşiret ve kabile aynaya bakınca, başkasını suçladılar. Tıpkı bir anne gibi muhafaza edeyim derken çocuğunu öldürmesi gibi. Anne çocuğu üşümesin diye kucaklayıp yatmıştı. Onu muhafaza edeyim derken üzerine düşüp öldürdü. Sabahleyin de oturup ağladı. Anaya ne ceza vereceksiniz bilemiyorum. İşte bugünün Müslümanlarının da niyetleri salih olsa da Müslüman mahallesinde ümmeti kurtaralım derken, ümmetin üzerine düşüp öldürdüler. Suçu da başkalarında aradılar.
Şimdi de cenazesinin kalabalık olmasıyla övündüler. Kendi aşiretlerinin kalabalık olmasıyla övündüler. اَلْهٰيكُمُ التَّكَاثُرُۙ Hak üzerinde değil leş üzerinde yarışır hale geldiler. Camileri problemlerin çözüldüğü dayanışma yeri olmaktan çıkardılar. Namaz dayanışmasını şekilde bırakıp pratikte Müslümanın problemlerinin çözümünde dayanışmayı terk ettiler.
İnsan merkezli bir dinin, tekrar insan merkezli bir anlayışa hararetle ihtiyaç bulunmaktadır. Aşiret ve kabile anlayışından, insan merkezli bir eğitim ve öğretime derhal geçmeliyiz. Nakıs bir devlet değil, kamil bir devlet olmalıyız. Devletin alt birimlerinde devletine şirk koşan güç odakları tek devlet anlayışını ihlal eden yapılanmalara izin verilmemelidir.
Kimsenin kimseden üstünlüğü olmayan, eşit hakların tesis edildiği tevhid anlayışına tekrar geri dönmeliyiz. Peygamberimizin izlediği vahiy projesini esas almalıyız. Gelin aşiret ve kabile odaklı değil, insan odaklı bir Türkiye kuralım. İktisadi adaletten, sosyal adalete kadar her alanda insan merkezli bir yapılanmaya geçelim. Önce ilkelerimizi belirleyip onlara iman edelim, sonra Peygamberimizin izlediği vahiy projesini hayatımıza hâkim kılalım. Adil bir düzen kuralım. Dünyaya örnek olalım.
Altıncı temel ilke iktisadi hayatta “RİBA YASAĞIDIR.” Riba yasağı, toplumsal barışın sağlanması, köle üretim merkezlerinden birinin kapatılması amacına yöneliktir. Riba yasağı, sosyolojik tevhidin (eşitliğin) sağlanması; ekonomik dengenin kurulmasına yöneliktir.
Ribâ yasağı, rahmani sosyal hukuk alanında önemli bir yasadır. Sosyal hayattaki iktisadi tevhide ilk adımdır. Vahyin bir sosyal hukuk yasasıdır. Köleliğin kaldırılmasına yönelik sosyolojik bir olgudur. Keza sosyal adaletin bir tezahürüdür. Desene ribâ sosyal adaleti sağlamak için sosyal siyasetin konusudur.
Her ribâ faizdir fakat her faiz ribâ değildir anlayışı arasında kesişen ve ayrılan yönlerinin iyi fark edilmesi gerekmektedir. Faiz, fayda, fazla, nema ve riba kavramlarına aynı anlam verenler ile ayrı anlam verenlerin kavram dövüşü halen sürmektedir. Oysa iktisadi hayattaki yolculuğumuzu hak etme üzerine kurmalıyız. Üretimden gelir elde etmeliyiz.
Paradan para kazanmak ahlaki olmadığını bilmeliyiz. Haksız kazancın her türü bir tür ribadır. Hak etmediğimiz her gelir haksız kazançtır ve riba kapsamında görülebilir. Realite çoğu zaman idealiteye galip gelmiştir. Olan ile olması gereken arasında mücadele halen sürmektedir. Tehlikede iştirak ve nimette taksimat sorunumuz yani paylaşım sorunumuz halen devam etmektedir. Bir kaçını saydığım temel ilkelerin hiç biri ihlal edilememelidir. Bu ihmallerin her biri SURDA BİR GEDİK AÇMIŞ, faturası bize çok ağır olmuştur. İslam dünyasında kapanması zor derin yaralar açmıştır. Desene ihmal ettiğimiz her şey, zamanla bizi imha edebiliyor. Niyetler güzel olsa da akıbet ortadadır. إن الله يعلم حقيقة كل شيء Saygılarımla.