Tecdîd, felsefe, bilim, teknoloji, siyaset, iktisat, din, kültür gibi daha birçok alanda insanın yaşamını maddi ve manevi olarak etkileyen konularda geleneksel olanı değiştirmek, onu terk etmek veya üzerine yeni şeyler eklemek suretiyle yenileşmeyi, ileriye bakmayı ifade etmektedir. İnsanlığın düşünce tarihinde tecdîd, tarihi süreç içerisinde her zaman olağan akışını sürdürmeye devam etmiştir. Şu var ki hangi alanda olursa olsun yenilikçi hareketlerin her zaman karşıt bir dirençle karşılaştıkları da bir gerçektir. Biz bunu İlk Çağ, Orta Çağ, Aydınlanma Çağı ve günümüz felsefi ve bilimsel düşüncesinde de aynen görmekteyiz.
İslâm düşüncesinin gelişimi IX. yüzyılda başlayıp XIII. XIV. Yüzyıla kadar devam etmiştir. Bu süreçte kelâm, fıkıh, İslâm felsefesi, mantık, tasavvuf gibi ilimlerin teşekkül ettiklerini görüyoruz. İslâm düşüncesini ileriye götürecek, ona ivme kazandıracak her gelişmenin geleneksel bir takım engellerle karşılaştığı hususu gözden kaçmamaktadır. Bu durumu sadece belli bir düşünce alanıyla irtibatlandırmak yanlış olacaktır. Bu konuda felsefi düşünce, fıkıh, kelâm gibi alanlara göre tecdîd konusunda daha aşırı bir tenkidle karşılaşmıştır. Geleneği korumak, geleneğe sahip çıkmak her zaman prim yapan ve çıkar sağlama aracı olarak kullanılan bir malzeme olmuştur. Maddi geleceklerini her zaman geleneksel olan üzerine inşa edenlerin tecdide karşı çıkmaları mutad bir durum haline gelmiştir.
İslâm düşüncesinde tecdîd veya ihyâ hareketlerinin tarihi Gazâlî’ye kadar uzanır. Gazâlî’nin bir eserine İhyâ ismini vermesi de kendisini bir müceddîd olarak görmesinden dolayıdır. Ancak Gazâlî’nin felsefe ve filozoflara olan karşıtlığı onun bu düşüncesine halel getirmiştir. İbn Teymiyye ile devam eden bu süreç son dönem İslâm düşünürleri olan Şah Veliyullah Dihlevi, Haci Molla Hâdî Sebzivârî, Sir Seyyid Ahmed Han, Muhammed İkbal, Cemaleddin Efgânî, Muhammed Abduh, Musa Carullah, Seyyid Kutub, Ali Şeriati ve Fazlur Rahman gibi düşünürlerle belli bir noktaya ulaşmıştır. Bir noktayı ifade etmek gerekir ki geleneğe sahip çıkma adına tecdîde karşı çıkanlar tecdîdin ilerleyişini her zaman yavaşlatmışlardır.
Tecdîd aslında eskinin yani geleneksel olanın içinde bulunan zamanda, mevcut sosyal, ekonomik, siyasî, dinî, kültürel ve daha birçok alandaki sorunlara cevap bulunamaması durumunda bu sorunlara bir çözüm bulma girişimidir ve toplumların geleceği için vazgeçilmez bir şeydir. Çünkü insanlık her an bir değişim ve dönüşüm içindedir. İnsanlığın hayatına her geçen yeni bilgiler, yeni kültürel değerler, teknolojiler, ekonomik bir takım gelişmeler, yeni ürünler girmektedir. Günümüzde teknolojik gelişmelerin baş döndürücü bir hızla geliştiği bu çağda bu değişim ve gelişmelerin gerisinde kalmak dünya toplumlarını hep geriden takip etmek anlamına gelecektir. Bu durum bir toplumu her yönüyle etkileyecektir. Bu bakımdan yukarıda da ifade ettiğimiz gibi tecdîd aslında zorunlu hale gelmektedir.
Peki, insanlar neden tecdide karşı mücadele etmektedir? Tecdîde karşı gösterilen tepkinin temel sebebi/sebepleri ne olabilir?
Bu soruların cevapları çok açık aslında. Tarihten örnek vermek gerekirse, Osmanlı Devletinde Türk–Müslüman unsuru, Avrupa’da icadından yaklaşık üç yüz sene sonra matbaayı almıştır. Osmanlı Devletindeki Müslüman olmayan azınlıkların, Türklerden çok daha önce matbaayı Avrupa’dan alarak din, sözlük ve dil kitaplarını basıp çoğalttıklarını görüyoruz. Özellikle bu alanlarda kitaplarını çoğaltıp ve okullarında okuttukları için, Azınlıkların kültürel varlıklarını korumalarında matbaanın büyük etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Matbaa gibi insanın eğitim, bilim ve kültürel hayatında çok önemli yeri olan bir aleti engelleyen sebeplere baktığımızda Kutsal Kitap Kur’an’ı- Kerîm’in matbaa ile yazılmasının caiz olup olmadığı tartışmalarının yanısıra, Kur’an ve diğer ilmi kitapları para karşılığı elle yazan müstensih, hattat ve kâtiplerin işlerinden olup para kazanamamaları gibi sudan sebepler olduğunu görüyoruz.
Günümüzdeki tecdîd karşıtlığını da bu şekilde kıyas yaparak anlayabiliriz. Birçok cemaat, cemiyet, tarikat ve toplumsal grubun geleneğe sarılarak çıkar elde ettikleri bir gerçektir. Bunlar, tecdîd karşıtlığı yaparak, toplumun hep aynı yerde kalmasını, bilgisiz, cahil, sorgulamayan, doğru–yanlış her şeye tereddütsüz amade olup âmin diyen kitlelerin olmasını isterler. Çünkü bu tip kitlelerin sırtından çıkar devşirmek daha kolay olmaktadır. Bu nedenle dinen yapılan her yeni yoruma şiddetle saldırmaktadırlar. Bunların saldırılarından gelişmeye ve yenileşmeye açık olan bütün kurumlar da nasibini almaktadır. Dertleri inandıkları geleneksel dini düşüncenin doğru olduğu için korunması değil, içinde bulundukları şatafatlı düzen çarklarının yeninin gelmesiyle artık dönmemesi endişesini taşımaktadırlar.
Tecdîd tabiatın doğasında vardır. Çünkü her şey her an değişmektedir. Ne demişti Thales? “İnsan bir derede iki kez yıkanmaz.” Çünkü o sular çoktan akıp gitmiş, yerlerine yeni berrak sular gelmiştir. Biz istemezsek de evrendeki değişim, dönüşüm ve yenileşme devam edecektir. Bu değişim sadece bir alanda değil, her alanda kendini göstermektedir. Biz ya bu değişimin karşısında olup, modern, gelişmiş, çağdaş dünyayı hep geriden takip edeceğiz, ya da bütün alanlarda olduğu gibi, dini, felsefi, kelami, fıkhi ve diğer ilimler alanında da toplumun sorunlarına yeni ve doğru cevaplar bulmak için tecdîdin yanında olacağız. Siyasette de tecdîd gereklidir. Bir toplumun refah ve huzur seviyesinin yükselmesi o toplum için iyi bir siyaset felsefesinin ortaya konmasına bağlıdır. Dünyadaki en iyi yönetim şekillerini değerlendirip kendi toplumuna uygulayanlar, siyasi olduğu kadar, ekonomik ve hukuki olarak da çok ileri bir düzeye ulaşmaktadırlar. Böyle faziletli bir toplumda yaşayan fertler, İslâm filozoflarından Fârâbî ve İbn Bâcce’nin de dediği gibi mutlu fertlerdir. Bu bakımdan insanları mutluluğa götürecek yollar için yeni bakış açıları gereklidir. Bu bakış açısıyla değerlendirdiğimizde tecdîd insanlığın geleceği için aslında bir zorunluluk olmaktadır.