Sovyetler Birliğinin 1990’lı yılların başında dağılmasıyla birlikte sosyalist ekonomi de (heterodoks iktisat) tarihe karışmıştır. Heterodoks iktisat aslında ortodoks iktisat olarak isimlendirilen ana akım iktisattan sapmalara verilen isimdir. 18. yüzyıldan beri teorik altyapısı oluşturulan ve neredeyse bütün dünyada uygulanan ortodoks iktisat (kapitalizm) SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte çok daha güçlü hale gelmiştir.
İktisadın tarihi incelenirken önemle üzerinde durulması gereken bir konu da ortodoks iktisat ve heterodoks iktisat ayırımıdır. Ortodoks iktisat deyimi Sovyetler Birliği dağılıncaya kadar Batı ülkelerinde okutulan iktisat teorisini anlatmakta kullanılırdı. Ortodoks teori ile heterodoks teori arasında kullanılan metodoloji arasında önemli farklılıklar vardır. Günümüzde heterodoks teorinin uygulama alanından kalkmış olması ileride tekrar uygulanmayacağı, öngörülerinin tamamen geçersiz olduğu anlamına gelmeyeceği gibi teorik varlığını sürdürmesine de engel teşkil etmez.
Bu kelime (ortodoks) ‘doğru yol’ anlamına gelmekte olup, bu kalıplara uymayan düşünce ‘sapma’ olarak kabul edilmektedir. Bunun bilinen örneği sosyalist ekonomidir ama, bu düşüncenin yıkılması kapitalizmi tekelleştirdiğinden artık ‘ortodoks’ politikalara ‘evrensel’ gözüyle bakılmaktadır. Evrensel, yani insanlığın tecrübe ile kazandığı ve herkesin kabul etmesi gereken, dolayısıyla aksi durumun ‘sapma’ olarak karşılık bulduğu değerler silsilesidir. Bu anlamda, yaklaşım farklılığı nedeniyle İslam iktisadı bir ‘sapma’dır. Zira İslam iktisadı bu anlamda hem ortodoks değil, hem de evrensel değildir.
Bu durumda problemin kaynağına inmek gerekmektedir. Allah’ın dini olan İslam, eksik ya da yetersiz olamayacağına göre, insan aklı ve tecrübesini merkeze alan beşerî felsefe yanılıyor olmalıdır. Bunu anlamanın yolu da yine aklı işletmekten geçmektedir. Zira salt akıl yanıltıcıdır. Ayrıca beşerî akıl ‘aklı’ kullanmaktan ziyade ‘zekâ’yı işletmektedir. Zira aklın kullanılması tefekkürü gerektirir ki; tefekkür insanı son tahlilde Allah’ın kudretine götürecektir.
1960’lı yıllardan bu yana İslam iktisat(ı) (teorisi) alanında çoğunluğu Hint (Pakistan) kökenli iktisatçıların başını çektiği bilimsel çalışma denemelerine bakılırsa, İslam iktisadı diye bir sosyal bilim dalının varlığı ileri sürülebilir. Ancak hiçbir ülkede tümüyle İslami kurallara dayalı bir sosyo-ekonomik düzenin mevcut olmadığı gerçeğinden hareket edildiğinde ise İslam iktisadının ve buna bağlı bir İslam iktisat teorisinin var olmadığını ve var olma koşullarının oluşmadığını ileri sürmek mümkündür.
Ancak teorik koşulları yeterince oluşmamış, bir bütün olarak uygulaması olmayan, yeterince kurumsallaşamamış, hakkında nisbi olarak daha az çalışma yapılmış ve uluslararası akademik çevrelerde “genişçe” bir yankı bulmamış olan “İslam iktisadı” İslami hassasiyeti olan ya da olmayan kimi çevrelerce incelemeye değer bulunmuş ve incelenmesi halen devam eden İslam iktisadı özellikle de 2008 krizi sonrasında akademik ve siyasi çevrelerin dikkatini çekmeyi başarmıştır.
Kapitalizm devlet desteğinin ötesinde uluslararası kurum ve kuraları oluşmuş, hatta kapitalizm dışındaki yapılanmalara (sosyalist ekonomi, Sovyet-Çin) üstün gelmiş, dünya genelinde çeşitli versiyonları ile kabul görmüş sistemler bütünüdür. Zira kapitalizm seküler ve pozitivist hayat felsefesinin ekonomik yorumudur. Benzer bir durum İslam toplumu ve İslam ülkeleri için söz konusu olmadığı gibi, İslam toplumunun yaşadığı ülkelerde devlet yapılanması da İslam hukukunu esas almış değildir. Devlet desteğinden yoksunluk, hatta kimi zaman devletin batırmaya çalıştığı[1] bir ortamda söz konusu gelişmenin yavaş olmasını da anlamak gerekmektedir.
Günümüzde bu türden engeller söz konusu değildir. Nisbi bir büyüme yaşanmış olsa da konvansiyonel bankalara alternatif olabilecek ve piyasaları belirleyecek büyüklükte değildir. Temel sorunun bir yandan insan modeli ile ilgili olduğu, bir yandan da katılım bankalarının uygulamalarıyla farklılıklarını ortaya koyamamasındandır. Zira katılım bankalarının alternatif olma iddiası yoktur. Kendilerini ‘tamamlayıcı’ olarak tanımlayan bu kurumlar, bu anlamda felsefik bir temel değişime ihtiyaç duymaktadır.
İslam iktisadı kendisini var olan sistem içerisinde tanımlama gibi bir çelişki içerisindedir. Bir başka deyişle varlığı önemli olmakla birlikte, sermaye merkezlidir ve mevcut sistemi tamamlayıcı bir fonksiyona sahiptir. Bugün İslam iktisadı ile ilgili çalışmalar bu yaklaşım üzerinden ele alınmaktadır. Bu durum kısa dönemde olmasa da uzun dönemde İslam iktisadı için temel bir problemdir. Bu yüzden bu alanda teorinin geliştirilmesi ve kavramlara İslam iktisadının ruhuna uygun tanımlamalar getirilmesi gerekmektedir. Burası İslam iktisadının kolay olmayan ve piyasada karşılığı bulunmayan kısmıdır. Ancak teorik çalışmalar piyasadaki kazanımlardan daha önemlidir. Buna İslam iktisadının yeniden inşası diyebiliriz ki; bu faaliyet dağılan parçaların bir araya getirilip aslına irca amacına matuftur.
Ekonomide temel iki bileşen; emek ve sermayedir. Bugün hâkim olan iktisadi anlayış sermaye merkezli iken, ekonomi teorisine önemli katkıları da olan ancak günümüzde birkaç istisna dışında kurumsal uygulaması kalmadığı kabul edilen sosyalizm ise merkeze emeği koyar. Kapitalizm emeği bir maliyet olarak değerlendirirken, sosyalizmde sermaye ve sermayedar kesime düşmanlık derecesinde bir karşı duruş söz konusudur. İslam iktisadında ise, emek ve sermaye birbirinin düşmanı değil tamamlayıcısıdır. İslam iktisadı emeği de diğer paydaşlardan birisi kabul eder.
Kapitalizm sermayeye dayalı yapısı gerçek anlamda insanı ihmali anlamına gelmektedir. Materyalist olan bu düşünce insanı da ‘fizik’ olarak tanımlamakta, ihtiyaçları fizik ötesine taşımamaktadır. İnsan ve toplum hayatındaki görünürlülüğü ise insana dair metafizik ihtiçların üzerini örtmektedir. Bir başka deyişle seküler ve materyalist (insana değil, maddeye-mala dayalı) felsefe insanlığın kılcal damarlarına kadar bütün vücudunu sarıp sarmalamış, adeta insanın ‘genini’ değiştirmiştir. Bu yüzden kapitalizm modern insanın rutini olarak merkeze alınmakta, bir başka gerçekliği tartışmaya değer bulmamaktadır.
Kapitalizmde sermaye merkeze alındığına göre sermayeyi azaltan her şey sakıncalıdır. Buna insan olan işçi de dahildir. Bu yüzden sermayedar işçiye düşmandır. Mecburdur ama, ‘asgari’ olanı dahi öderken onu insan değil, maliyet olarak görür. Merkezde sermayenin olması, devlet müdahaleleri ve yasal-kurumsal düzenlemelere rağmen, makası daraltmamış, tam tersine açmıştır. Bir başka deyişle üretimden doğan çıktıdan emekçiye düşen pay azalmıştır. Bunun sonucu olarak üretimden sermayenin aldığı pay ile emeğin payı arasındaki dengesizlik sürekli bir hal almıştır.
Not: ‘Kapitalizme Eleştiri‘ başlığı ile ele aldığımız değerlendirmelerimize sonraki yazılarımızda devam edilecektir.
[1] 1990’lı yılların ikinci yarısında Türkiye’de bu türden bir durum yaşanmış ve bir katılım bankası (İhlas Finans) iflas etmiş, diğerleri küçülmüştür.
1 yorum
Kurumsal firmalar kaliteyi arttırmak için personeliyle ilgili yeni bakış açıları ortaya koyuyor.insanı merkeze almaya tönelik atılımlar var, denilebilir.