Zenginliğin ve ihtişamın gölgesinde yetişen bir genç düşünün; Mekke’nin en soylu ailelerinden birinin evladı, ipekler içinde büyümüş, özel hocaların gözetiminde eğitim almış ve hayatın sunduğu tüm imkânlara sahip. O genç, Mus’ab bin Umeyr (r.a.) idi. Güzelliğiyle, zarafetiyle, şıklığıyla, üstün zekasıyla tanınır; Mekke sokaklarında adından söz ettirirdi. Aynı şekilde, sima olarak Peygamber Efendimiz’i andırıyordu. Fakat her dış görünüşün ardında saklı bir hakikat, her kalpte doyurulamayan bir boşluk vardı. Mus’ab’ın kalbi; altın ve ipeğin, şaşaalı hayatın dolduramayacağı bir hakikati arıyordu.
Bu arayış, onu Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) çağrısına götürdü. Erkam’ın (r.a.) evinde yankılanan ayetler, Mus’ab’ın ruhunu sarıp sarmaladı. İman, onun kalbine öyle bir kök saldı ki; ne annesinin hiddeti, ne ailesinin baskısı, ne de Mekke’nin acımasız işkenceleri onu inandığı yoldan çevirebildi. Dünya nimetlerinin büyüsünden sıyrılan Mus’ab, gönlünü tamamen Allah’a adadı. Hapsedildi, aç bırakıldı, işkenceye maruz kaldı; ama bir türlü teslim olmadı. Çünkü onun artık yeni bir zenginliği vardı: Kalbindeki uçsuz bucaksız iman nuru.
Mus’ab bin Umeyr, imanıyla sadece kendini değil, koca bir ümmeti de dönüştürenlerden oldu. Habeşistan’a hicretiyle başlayan yeni yolculuğu, Peygamber Efendimiz’in görevlendirmesiyle Medine’de taçlandı. O, İslam’ın Medine topraklarındaki ilk öğretmeni, gönülleri fetheden bir davetçiydi. Tebliğindeki nezaket, sözlerindeki hikmet, ahlakındaki incelik Medineli kalpleri İslam’a ısındırdı. Onun gayretiyle nice gönül, cahiliyenin karanlığından kurtulup hakikatin aydınlığına kavuştu. İlk cuma namazını kıldırarak Medine’ye İslam’ın bereketini taşıdı.
Ancak Mus’ab bin Umeyr’in hayatı sadece bir davetçi olarak değil, bir mücahit olarak da tüm ümmete örnek oldu. Uhud Savaşı’nda Peygamber Efendimiz’in sancağını taşırken gösterdiği cesaret, sadakatinin nişanesi oldu. Savaşın en çetin anlarında bile İslam sancağını yere düşürmemek için bedenini kalkan yaptı. Sağ kolu kesildi, sancağı sol eliyle tuttu. O da koparılınca, sancağı göğsüne bastırdı. Nihayetinde, şehadet şerbetini içti. Dünyalık ihtişamla başlayan hayatı, bir kefene dahi sığmayan sadelikle son buldu. Öyle ki, şehit düştüğünde üzerini örtecek kadar bir kefen bile bulunamadı; başı örtülse ayakları, ayakları örtülse başı açıkta kalıyordu.
Mus’ab bin Umeyr, dünyevi ihtişamı elinin tersiyle itip Allah’a ve Resûlü’ne olan sevgisiyle yücelen bir ömür sürdü. O, sadakatin, fedakârlığın ve imanın adıdır. Mekânı cennet, makamı âli olsun. Onun hayatı, hakikati arayan her gönle bir kandil, her davetçiye bir örnek olsun.