“İslami söylem” kavramı ortodoks meşruiyete ihtiyaç duymaksızın kendisini “İslam”a refere eden tüm söylemleri kapsayıcı bir çeşitlilikte kullanılmaktadır. Fakat burada daha marjinal kalan ve temelde İslam’ın kültürel ve entelektüel boyutunu önemsemeyen salt siyasallık üreten neo selefi söylemleri dışarıda bırakarak İslami söyleme atıfta bulunmaktayım. Bu bağlamda Osmanlı’dan bugüne bir şekilde devam eden İslamcılık ile önceliği bilgi, kültür ve entelektüaliteye vermiş islami söylemler burada analizin konusu olacaklardır.
Osmanlı’dan bu yana Batı karşısında yenilmişlik duygusu yaşayan ve gündelik hayatın bütün alanlarında Batı’dan geri düşen müslümanlar, bu durum karşısında çareler aramaya başladılar. Burada oluşan ilk duygu, tüm zamanların hakikati olan “İslam”ın müslümanlar üzerinden yenilgisi, her şeyden önce psikolojik bir alt edilmişlik duygusu oluşturdu ve işin gerçeği bu duygu bugüne kadar da kalıcı oldu. Zaman zaman açığa da çıkan bilinç altı sorun; tek hakikat olan İslam’ın galibiyetini nasıl yitirebildiği idi. Bu durum bugüne kadar islami söylemin retoriksel olarak “galibiyet” üzerine odaklanmasına sebep oldu. Şimdilerde retoriksel anlamda bu garantilenmiş galibiyetin söylemini sürekli tekrar etmektedir.
Bu topraklarda potansiyel anlamda “İslam”ın ifade ettiği anlamın gündelik hayatın bütün boyutlarında bir dinamik üretmesi beklenirdi ki, bunun en bariz işareti İslami söylemin kendi rasyonalitesini inşa etmesidir. Fakat bugün islami söylem entelektüalite üretemediği gibi kendi rasyonalitesini de kuramamıştır.
İslami söylemin (bunu islam düşüncesi olarak da okuyabilirsiniz) diğer düşünce ve söylemlere göre bariz farklarından birisi İslam’ın ya da dinin bu söylemin apriori koşullarını belirliyor olmasıdır. Bu durum ister istemez İslami söylemin nasıl bir teolojik anlayıştan beslendiğini gündeme getirmektedir. Peşinen belirtilmelidir ki, islami söylemin Tanrı ve Tanrı’dan başlayarak insan ve tabiata doğru açılan anlayış ve ilişkilerinde bir rasyonellik problemi görülmektedir.
İslam kelamında Tanrı sonsuz kudret ve irade sahibidir. Bu, Tanrı’nın bir şeyi yapabilme iradesi ve gücünün sınırsızlığını göstermektedir. Fakat bu inanç islami söylemlerde Tanrı’dan irrasyonel beklentiler içine girmek biçiminde tezahür etmektedir. Bu beklentilerin gerekçesi de “Tanrı’nın her şeye gücünün yeteceği” şeklindeki söylemdir. Burada islami söylemin hayatın bütün alanlarında planlamalar yapmak, neden-sonuç ilişkileri kurmak, yargılarına gerekçeler sunmak gibi tavırlardan uzaklaşarak modern dünyaya cevap ürettiklerini düşünmektedirler.
Rasyonellik dış dünyanın ve eşyanın gerçekliğini anlamada ve açıklamada “akıl” nosyonunu merkezileştirmektedir. Elbette her dünya görüşünün bu temel çerçeveden şaşmadan kendi rasyonalitesini oluşturması beklenir. Hegel’in “akli olan gerçektir, gerçek olan aklidir” şeklindeki mottosunda açığa çıktığı üzere dünyanın bütünüyle aklın sınırları içerisinde açıklanabilirliği tabii ki doğru değildir; çünkü insan aklı sınırlılıklara sahiptir. Bu durum islami söylem tarafından çoğunlukla aklın gerçeklikleri anlama konusundaki sınırlılıklarının alanını genişletmek üzere işlevselleştirilmektedir. Bu da islami söylem de aklın işlem alanının daha da daraltılmasını birlikte getirmektedir.
İslam düşüncesinin aslında en önemli imkanı evren, insan ve Tanrı’ya dair kapsamlı bilgileri muhtevi metafizik göndermeleri olması kadar farklı bilgi ve perspektifleri kullanabilmesidir. İslami söylem ve düşüncenin bu metafizikten beslenerek dünyayı ve insanı inşa ederken kendi rasyonalitesini kurmasıdır. Bu rasyonalite ise aklın yanında ilim ve tecrübenin de kullanılmasını gerektirmektedir. Fakat daha çok islami söylem için gerekli rasyonalitenin metafiziğin temellüküne girmesi gerçekleşmiş görünmektedir.