“Şart” kelime anlamı: Bir durumun gerçekleşmesi için elzem olan şey.
Olmazsa olmazın diğer deyişle şartın ihlâli, bağlı olduğu eylemin gerçekleşmemesi ya da oluşmaması ile sonuçlanır.
O hâlde İslam’ın şartları demek, şunlar yok ise İslam olmaz demek!
O zaman bu şartlar öyle hükümler olmalı ki; ihlâlleri en ağır ceza ile (cehennem tehdidi) karşılanmalıdır.
Öyleyse İslam’da cehennem tehditlerinin kime yönelik olduğunu anlamak, İslam’ın şartları konusunda fikir sahibi olmayı sağlar.
O hâlde Kur’an’a bakalım:
1) Doğruluk / Dürüstlük:
Klasik öğretide “Kâfir kimdir?” diye sorarsanız genelde “Allah’a inanmayan kimsedir.” cevabını alırsınız. Oysaki kelimenin İslamiyet’ten önceki anlamına baktığınızda konunun böyle olmadığı görülmektedir. Kâfir, eski Arap döneminde “üzerini örten” anlamında kullanılmaktaydı (Lisan’ül Arab). Mesela geceye gündüzün üzerini örten anlamında; çiftçiye ise toprağın üzerini örten anlamında kâfir denirdi.
“Meleklere “Âdem’e secde edin!” dediğimizde hemen secdeye kapandılar ama İblis öyle yapmadı, büyüklenerek direndi ve kâfirlerden oldu.” (Bakara, 34)
O hâlde İblis, karşısında konuşan Allah’ı gördüğü hâlde nasıl kâfir olabilir?
Dikkat edilirse İblis, kibrini yenemediği için emre karşı geliyor ve eylemle kâfir oluyor. Demek ki kâfir kavramının inançsızlıkla bağdaştırılması kelimenin anlamını karşılamaya yetmiyor. İnançlı olmak, özellikle cehennem tehdidi yöneltilen konularda duyarsız olunması durumunda kişiyi kâfir olmaktan kurtaramaz. Eskilerin dediği gibi “Lafla peynir gemisi yürümez.”
“O’na hoş kelimeler yükselir, onu da salih amel yükseltir. ” (Fatır, 10)
Yaratıcı; cehennem tehditleri yönelttiği kişi profilinden insanı alıkoymak için, kendisinin varlığını kabul ettirme çabası içindedir. O’nun zaten kullarının övgüsüne ve inancına ihtiyacı yoktur.
“Eğer inkâr ederseniz bilesiniz ki Allah’ın size ihtiyacı yoktur. ” (Zümer, 7)
Öncelikle varlığının kabul edilmesini ister ki özellikle ateş tehdidi yaptığı konularda caydırıcı olabilsin. Lakin öyle insanlar vardır ki; ya ateş tehdidini umursamadan yasakları çiğnemeye devam eder ya da ateş tehdidinden bağımsız yasaklardan kendini alıkoyar. İlki Kant’ın deyimiyle Tanrı tanımaz, ikincisi ise Tanrısızdır. İlki eylemde de sınıfta kaldığından kâfirliği tartışmasızdır. İkincisi ise pratikte / eylemde Allah’ın kırmızı çizgilerine (cehennem tehdidi yönelttiği konulara) basmamış, lakin Teoloji’de sınıfta kalmıştır. Konuyu tamamladığımızda göreceksiniz ki asıl olan eylemde sınıfı geçebilmektedir. Çünkü cehennem tehdidi yönelttiği konularda hali hazırda duyarlı olan insana, Allah’ın varlığını kanıtlama çabası içerisinde olması mantıklı değildir.
O zaman şu sonuca ulaşıyorum: Kişi; inançlı olduğu hâlde kâfir olabileceği gibi, inançsız olduğu hâlde kâfir olmayabilir! İslamiyet’ten önceki anlamı ile beraber değerlendirirsek kâfir kavramının, “hakikatin üzerini örten” anlamını taşıdığı sonucuna ulaşırız. Demek ki ilk şart Hakkı savunan, doğru insan olabilmektir!
2) Sabır:
Sabır; güçlüklere göğüs germek, direnmek anlamı taşır. Sabır kavramı, gerçekten inançlı olan kimse ile öyle gözüken kimseyi ayırmak için bir mihenk taşıdır.
“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece “İman ettik” demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? ” (Ankebut, 2)
Lakin başımıza bir musibet geldiğinde bunu kabullenip diş sıkmak değildir sabır!
“Sana ne kötülük dokunursa kendindendir. ” (Nisa, 79)
Demek ki bir sıkıntı ile karşılaştığımızda öncelikle “Öncesinde yapmış olduğumuz bir yanlış var mı acaba? ” diye kusuru kendimizde aramalıyız. Eğer cevap evet ise ders çıkarmalı ve bir daha tekerrür etmesine engel olmalıyız. Yok eğer cevabımız hayır ise o zaman bir imtihan ile karşı karşıyayız demektir. İşte sabır kavramı burada devreye girmektedir. Böyle bir durumdaki kişi ya güçlüklere göğüs gerer ya da her şeyi tümden reddeder. İşte alın size ayıraç!
“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele!
Şüphesiz ki münafıklar, ateşin en alt tabakasındalardır. Sen onlar için bir yardımcı da bulamazsın. ” (Nisa, 145)
3) Yoksulluk ile savaş:
‘’Vay haline o boyuna mal istif ederek sayıp durana!
Sanır ki malı kendisini ebedileştirecek
Hayır! O yalayıp yutan bir vakuma atılacak
Bilir misin nedir yalayıp yutan vakum?
Allah’ın cayır cayır yanan ateşidir!’’ (Hümeze, 2-6)
“Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda harcamayanları elem veren bir azapla müjdele!
O gün bunlar cehennem ateşinde kızdırılıp onların alınları, böğürleri ve sırtları dağlanacak: İşte yalnız kendiniz için toplayıp sakladıklarınız; tadın şimdi biriktirip sakladıklarınızı! ” (Tevbe, 34-35)
“Çoklukla övünmek, sizi kabirlere varıncaya kadar oyaladı.
Hayır! Yakında bileceksiniz.
Kesin bir bilgi ile biliyor olsanız, ateşe yuvarlanmakta olduğunuzu görürsünüz. ” (Tekasur, 1-7)
“Allah, rızık yönünden bir kısmınızı diğerlerinden üstün kıldı. Kendilerine bol rızık verilenler, rızıklarını ellerinin altındakilere vermiyorlar ki, onda eşit olsunlar. Durum böyle iken Allah’ın nimetini inkâr mı ediyorlar? ” (Nahl, 71)
Görülüyor ki, ekonomi bazlı sınıfsal yapılanmaların oluşmasının önüne geçilmesi çabası diğer bir olmazsa olmaz hükümdür! Yeryüzünde birinin diğerinden üstün olduğu özellikle ekonomi bazlı sınıfsal ayrışmaya karşı mücadele eden kimse, tevhid (birlik) için mücadele ediyor demektir. Yeryüzünde birlik gökyüzünde birliğin temsilidir.
4) Adalet:
Zulüm, kişiler arasında hakkı gözetmemek, haksızlık etmek, birilerinin kasten üzülmesine ve acı çekmesine neden olmak anlamına gelir.
Boyunduruğu altında olan insanlara zulmeden, insanlar arasında adaleti sağlamak yerine güçlüden yana olup haklının hakkını teslim etmeyen kişilere zalim denir.
“Şüphesiz ki kâfir olan (gerçekleri örten) ve zulmedenleri (adaletten sapan), Allah bağışlayacak ve onları bir yola hidayet edecek değildir.
Gidecekleri yer içinde ebedî kalacakları cehennem yoludur. Ve bu, Allah’a kolaydır.(Nisa, 168-169) ”
“Allah’ın laneti zalimlerin üzerine olsun. ” (Araf, 44)
“Sakın zulmedenlere/zalimlere meyletmeyin! Yoksa size ateş dokunur. Allah’ın dışında dostlarınız olmaz, sonra yardım da olunmazsınız. ” (Hud, 113)
“Ey inananlar, kendiniz, ana babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa Allah için tanık olarak adaleti gözetin. Tanıklık ettiğiniz kişiler ister zengin, ister yoksul olsun, Allah onlara daha yakındır. Öyleyse canınızın arzusuna uyarak adaletten sapmayın. Eğer dilinizi eğip büker ya da yüz çevirirseniz bilin ki, Allah’ın, yaptıklarınızdan elbette ki haberi olacaktır. ” (Nisa, 135)
5) Ruhban sınıfına hayır / Laiklik:
Ruhban sınıfı; diğer insanlardan imtiyazlı, dini tekelinde bulunduran ve Allah ile kulu arasında aracı olan sınıftır.
“Uydurdukları ruhbanlığa gelince onu, biz yazmadık. Fakat kendileri Allah rızasını kazanmak için yaptılar. Ama buna da gereği gibi uymadılar. Biz de onlardan iman edenlere mükafatlarını verdik. İçlerinden çoğu da yoldan çıkmışlardır. ” (Hadid, 27)
Ayete baktığımızda, asla ruhban sınıfı diye bir sınıfın olmadığı, bunları kendilerinin uydurdukları söyleniyor. İlk önceleri iyi niyetle başlayan bu çabaların, daha sonra kötü amaçlara yöneldiği özellikle vurgulanmaktadır. Yani Allah ile kulu arasında hiç kimsenin olmasına gerek yoktur ve olmamalıdır.
“İyi bil ki, halis din sadece Allah’ındır. O’ndan başka birtakım dostlar tutanlar da şöyle demektedirler: “Biz onlara sadece bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz. ” (Zümer, 3)
“Rabbinizden, size indirilene uyun ve O’ndan başka dostlara uymayın. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz! ” (Araf, 3)
“Size Allah’dan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır. ” (Bakara, 107)
“İnsanlardan bazıları da Allah’ın astlarından, O’na ortak koşan kimselerdir. Onları Allah’ı sever gibi severler. ” (Bakara, 165)
“İnsanlara saygı duyup ürpermeyin, Bana saygı duyup ürperin. ” (Maide, 44)
“O, size Kitap’ı ayrıntılı olarak indirmişken, Allah’tan başka bir hakem mi arayayım?” (En’am, 114)
“Sana indirdiğimiz kitap kendilerine yetmedi mi? ” (Ankebut, 51)
‘’Kendisinde hiçbir alış verişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin bulunmadığı bir gün gelmeden önce, size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın’’ (Bakara, 254)
“Doğrusu Allah, kendisine ortak koşulmasını ASLA affetmez! ” (Nisa, 48)
Anlaşılacağı gibi laiklik, asla din karşıtlığı demek değildir. Aksine laiklik, ruhban sınıfı yani ayrıcalıklı dini sınıf karşıtlığıdır!
6) Yarınlar yokmuşçasına yaşamaya karşı çıkmak:
‘’Sizi ateşe sokan nedir? diye sorulunca şöyle diyecekler; Biz salât etmezdik / Allah’ın dinine destek olmazdık, yoksulu doyurmazdık. Günahkârlarla birlikte günaha dalardık, hesap gününe inanmazdık. Gerçeğin ta kendisi olan ölüm gelinceye kadar hep böyleydik!’’ (Müdessir, 43-47)
Allah’ın dinine destek olmanın yoksulu doyurmaktan geçtiği, hesap gününe inanmanın ise günahlardan sakınma duygusunu oluşturması gerektiği vurgulanıyor. Yoksa salâtın / din adına yapılan tüm dua / yakarışların ve ahiret günü inancının içi boş kalır, ritüelleşir!
‘’Dini yalanlayanı gördün mü?
İşte o, öksüzü iter, kakar.
Yoksulu doyurmaya önayak olmaz.
Vay haline o salât edenlerin ki,
Salâtlarında böyle duyarsızdırlar!’’ (Maun, 1-5)
İnsan doğası gereği ne yazık ki ödül-ceza mekanizması ile hareket etmektedir. Öğretmen bir öğrenciyi not ile korkutmaz ise söylemlerini lâyıkıyla dinletemez. “Avamı kontrol altında tutmanın en etkin yöntemi korku unsurudur” der Spinoza. Yaratıcı da yarattığı insanı çok iyi tanıdığı için bu korku unsurunu kullanır. Eğer korkutmaz ise / ateş tehditleri savurmaz ise bu konularda insanların en azından çoğunun duyarsız kalacağını bilir. Yukarıda maddeler hâlinde sıralanan hükümlere uyulması için cehennem tehditleri savurur.
“Herkesin yaptığı her hayrı ve işlediği her kötülüğü, önünde hazır bulacağı gün yaklaşmaktadır. O gün kişi, kendisiyle yaptığı kötülükler arasında uzak bir mesafe bulunmasını ister. Allah sizi, kendisinden korkmanız için uyarıyor. ” (Al-i İmran, 30)
Aslında Yaratıcı’nın asıl istediği; korku unsuru ile değil, severek ve isteyerek O’nun yolunda / sıratî müstakim yürüyebilmektir.
“Güzel işler yapan / iyilik edenler için hiçbir korku yoktur ve onlar asla üzülmeyeceklerdir. ” (Araf, 35)
Bu hükümleri reddederek yaşayan kişi doğal olarak hesap gününü de terk etmiş olur. Lakin bu hükümleri yaşamındaki eylemleri ile gösteren kişi otomatik olarak hesap gününü kabul eder. Aynı “kâfir” konusundaki söylem gibi; kişi ahiret gününe inanıyorum deyip, ateş tehdidi yöneltilen bu konularda duyarsız kalmaya devam ediyor ise hesap gününü tanımıyor / reddediyor demektir. O zaman asıl manası ile hesap gününe inanmak demek; yaptıklarının hesabını verecek şekilde yaşamak demektir.
Sonuç:
İslam; barış, huzur, esenlik demektir.
İslam olması için toplumu oluşturan bireyler kendileri ile ve sonra da toplum ile barışık olmak zorundadırlar.
İslam’ı inanç bazlı sistemle sınırlamak akla uygun görünmemektedir.
Bedevîler “İnandık!” dediler. De ki: Siz iman etmediniz ama “İslâm olduk!” deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi (Hucurat, 14).
Nitekim günümüzde kendini İslam olarak niteleyen devletlerin hâli ortadadır.
Ali Şeriati’ nin anlatımı bu konuyu güzel özetler:
“Doğu’ya gittim, müslüman çoktu İslam yoktu; Batı’ya gittim İslam’ı gördüm, müslüman yoktu! “
O hâlde şu sonuca ulaşmalıyız:
Doğruluk ve dürüstlüğü kendine rehber edinmiş, karşılaştığı sıkıntılara göğüs geren, yaptığı yanlışlardan ders çıkaran, kazancında yoksulun hakkı olduğunu bilen, paylaşan / bölüşen, âdil, toplumda parçalanmaya sebebiyet veren her türlü sınıfsal yapılanmaya karşı mücadele veren ve hesabını veremeyeceği işlerden kendini koruyan / alıkoyan kişi İslam’ın şartlarını karşılamış kişidir.
Bu bağlamda diyebiliriz ki; bireylere yönetimde eşit temsil hakkı tanıyan, çoğulculuğu esas alan, azınlıkların hakkını koruyan, laik, sosyal, hukuk devleti İslam’a en uygun devlet modelidir.
Tüm bu bilgiler ışığında yeniden yaşasın Cumhuriyet!
1 yorum
Hekimlikte örnek aldığım çok değerli çok sevgili hocam ,yakın zamanda aramızdan ayrılmanızı beklemenin burukluğunu yazılarınızı takip ederek unutacağım. Bilgileriniz ile gelişmek çok güzeldi ,fikirleriniz ile de hayata farklı pencerelerden bakmaya devam edeceğiz. Teşekkürler ,iyi ki varsınız…