Tarihçiler 15 Kasım 2003’ü bizler için kötü bir gün olarak yazacaklar. Sabahleyin İstanbul’da iki sinagoga yapılan bombalı saldırıda toplam yirminin üzerinde vatandaşımızı kaybettik. Ölenlerden ikisi kapıda koruma için görevlendirilmiş emniyet görevlileri.
Musevi vatandaşlar, emniyete gerekli uyarılarını yapmışlar. İki cinayet işlenmiş, dinleyen yok, önlem alan hiç yok. Sinagog cemaati, kendileri gerekli önlemlerini almışlar kapılar zırh gibi çelikten yapılma arkasında koruma duvarları. Bu nedenle içeridekilere bir şey olmamış. Olan sokaktaki yoldan geçen ya da komşu olanlara olmuş. Bir tona yakın patlayıcıyla dolu kamyon sokağa gelip park ediliyor. İçindeki usulca kayboluyor. Koruma görevlisi o sırada herhalde çay demliyor. Etrafı kolaçan etme gibi bir görevi olmadığını düşünüyor. Biri gelip silahla tarasa belli ki ilk önce kendisi ölecek. Bu mudur koruma? Bu mudur emniyet? Gösteri yapanları coplamak mıdır? Sadece maçlarda görev yapmak mıdır emniyet? Hiç olmazsa ayin günleri ekstra önlemler alınmalıydı. Kendi vatandaşının, hatta kendi mensubunun emniyetini sağlayamayan bir emniyet. Belirli günlerde sokağa sivil görevli konamaz mıydı? Şimdi şehit ailelerine ne diyecekler? Yetimlerin yüzüne nasıl bakacaklar? Yazık çok yazık, olan masum vatandaşımıza oluyor. Yapanları, şiddetle lanetliyoruz. Bunların elini kolunu sallayarak terörist eylem yapmalarını önceden istihbaratla saptayamayıp, masum vatandaşımızı, hatta kendi görevlilerinin hayatını koruyamayanları da yine aynı şiddetle kınıyoruz.
Bu sinirle akşam Letonya ile yapılan milli maçı seyrediyoruz. Seyrederken de kahroluyoruz. Rakibin uluslararası hiçbir başarısı yok. Bizde ise kalecisinden forvetine kadar en ünlü Avrupa kulüplerinde oynayanların yanında içeride en büyük takımlarımızın o pek ünlü futbolcuları oynuyor. Hani transferlerinde milyon dolarların konuşulduğu o ünlüler sapır sapır dökülüyorlar.
Letonyalı’lar vasat futbollarıyla bile neredeyse bizden daha üstün bir performans gösteriyorlar. Sanki bir ikinci lig maçı seyrediyoruz. Doğru dürüst pas atamayanlar mı ararsınız, rakibinden olmadık çalım yiyenler mi? Mahalle maçlarındaki gibi tıngır mıngır kaleye giden top birde baktık gol oldu. Rakip uzun boylu kornerlere çıkacak uzun boylumuz bile yok. Formda bir Hakan Şükür her nedense kadroda bile yok. Maçtan sonra verilen demeçlere bakın en ufak bir üzüntü, utanmak bile yok. Yenilgiye bir de oturmuş, utanmadan sıkılmadan bahaneler arıyorlar. Çıldırmamak elde değil.
Üç gün sonra İnönü’de yenermişiz, şöyle olsaymış böyle olurmuş. Geç arkadaş, dünya üçüncüsü olmuş bir takım böyle mi oynamalıydı? Doğru dürüst şut bile atamayan forvete ne demeli.
Bu iki olay bile işleri ne kadar hafife aldığımızın birer somut göstergesi değil mi? Adalet, emniyet, eğitim, sağlık, milli unvanıyla uluslararası ilişkiler basite alınacak işler midir? Vatandaşın birinin kafasının tası atıyor, gidip başbakana yazar kasa fırlatıyor. Bir başka örgüt istese suikast bile yapar.
İşleri hafife almaya devam ettikçe bunlar olmaya maalesef devam edecektir. Depremde binalar yine çökecektir. İsteyen dışarı döviz kaçırmaya, fabrikalarını tırlara yükleyip yurt dışlarına götürmeye yine devam edecektir. Sobadan zehirlenmeler, elektrik kontağından, gevşeklikten fabrikalar, sabotaj ya da izmaritten ormanlar yanmaya yine devam edecektir. Bizler işleri hafife aldıktan sonra.
İşlerimizi ne zaman ciddi yaparız, ne zaman işleri ciddi yapanları göreve getirir, işte o zaman adam oluruz. İşleri hafife alanlar, bilimsel ve ciddi çalışmayanlar, olayları küçümseyip göz ardı edenler, size söylüyoruz: Ya düzelin ya da çekin gidin. Merak etmeyin, yetmiş milyon içinden sizin görevinizi sizden daha iyi yapacak pek çok kişi çıkar. Bu milleti daha fazla üzmeye hakkınız yok.