İster İstanbul, ister Konstantinopolis, isterse Dersaadet deyin, hepsi de bu muhteşem şehrin muhteşem tarihine ait yansımalardır. Tartışmasız dünyanın en güzel şehri olması, bunu bu topraklarda doğup büyüyen birisinin söylemesi bu hakikate gölge düşürmez. Bir yabancı da olsaydım yine aynı kanaati taşırdım: İstanbul bir başka güzel, insanı mest eden, adeta gönül sarhoşu yapan bir havada. Dünyanın en büyük şehirlerinin birçoğunu gezip görmüş biri olarak şunu rahatlıkla ifade edebilirim ki, İstanbul’un yanında diğerleri pek sönük ve küçük kalmakta.
New York mu, Pekin, Şangay, Moskova, Bangkok, Londra, Paris mi? Hiçbirisi İstanbul’un devasa siluetinin yanına yaklaşamaz bile. Büyüklükte böyle, peki ya güzellikte? Avrupa’nın bütün ünlü şehirlerine, çoğunda Tuna olmak üzere bir nehir hayat ve güzellik verir. Oysa İstanbul’un onların nehirlerinden daha büyük sadece Haliç’i vardır. Yetmedi, ya Boğaz’a ne dersiniz? Adına şiirler, şarkılar yazılan bu şehrin yine adına edebiyatçıların nice eserler verdikleri, ressamların en güzel tablolarında resmettikleri güzeller güzeli Boğaziçi…
Roma İmparatoru Konstantin’in büyük bir isabetle yerini seçtiği bu şehir, kim ne derse desin bir dünya merkezidir; tıpkı Fransız İmparatoru Napoleon Bonaparte’ın “Eğer dünya tek bir devlet olsaydı, başkenti İstanbul olurdu” sözündeki gibi.
Bilindiği gibi, eski Roma imparatorluğunda şehirler isimlendirilirken sonuna “polis” (Latince şehir demektir) eki getirilirken (Neapolis-Napoli, Hadrianopolis-Edirne vs.), Roma şehirlerinden bir tek Konstantinopolis -yani İstanbul- için (bir onurlandırma göstergesi olarak) sadece “Polis” denildiğini tarihçiler belirtmektedir. Hatta İstanbul isminin etimolojik kökeninin, Roma devrinde “nereye?” sorusuna cevap olarak söylenen “stin polis” (şehire doğru) olduğunu söyleyenler de vardır. Fakat yazık ve de çok yazık ki bu paha biçilmez güzellik, tarih ve kültür hazinesi kadir kıymet bilmez ellerde yıllardır talan edilip yıkılmakta.
Bu koca şehir o kadar tahribata rağmen hala çok güzel, lakin ne kadar dayanır bilinmez. Yıllar önce fakültede okuduğum sıralar Sultanahmet Meydanı’ndan Gülhane Parkı’na doğru inerken, tarihi bir çeşmenin üzerine gömlek, tişört vs. asmış, satan birisini fotoğraflamak istediğimde az kalsın saldırıya uğrayacaktım. Tarihi eserleri bu kadar pervasızca yıkıma terk eden, koskoca Suriçi denen 1. derece arkeolojik, tarihi bir bölgede tek bir ev, bina bırakmamacasına yıkıp dümdüz eden, İstanbul’u “bana bir eski Türk mimarisi örneği gösterin” diyecek birine göstereceğimiz bina bırakmamak uğruna yangınla, talan ve yıkımla, ecdada ait ne varsa ortadan kaldırıp yerine çirkinlik abidesi apartmanlarla dolu bir şehir haline getiren bu insanlar topluluğuna dünyanın hiçbir yerinde rastlayamazsınız.
Avrupa’yı gezenler bilir; orada tarih, kültür adına ne varsa titizlikle korunur, çivi çaktırılmaz. Bizim halimiz ise meydanda. Evet efendim, geçen gün gazetede 1971 yılında ülkemize gelip İstanbul’u ve Boğaz’ı gördükten sonra hayran kalan İngiltere Kraliçesi Elizabeth’in birkaç yıl önceki ikinci İstanbul ziyaretinde Boğaz’da tekne ile gezerlerken bizim Cumhurbaşkanına “İstanbul’a ne yapmışsınız, mahvetmişsiniz!” dediğini okudum. Kraliçenin, kendi ülkesindeki gibi şehirlerin siluetinin yıllar geçse de değişmeyeceğini zannetmesi ve ilk gezisinden hayalinde kalan İstanbul’un o eski güzelliğini araması açıkçası beni hüzünlendirdi. Kalemi elime alıp aşağıdaki şiiri karaladım, gönül tahtının sultanı bu şehre olan borcumu bir nebze de olsa ödeyebilmek için.
İSTANBUL
Şimdilerde kalmadı o şehir, eskilerde kalmış
Bir tatlı huzur alma yeri iken Kalamış
Yorgo Bacanos’un uduna Münir Nurettin eşlik ederken eski plakta
Gönül hicranla yâd etse de, kaldılar uzakta
İstanbul, ey İstanbul, kalpleri meftun eden o yosma
Büyüdük hepimiz, ana gibi, yar gibi o kucakta
Hayali cihan değer demişler ya, bilinmez, o mesut zamanlarda
Çocukluğun geçtiği evler, dostlar kalmış hep ırakta
Şimdi yerle yeksan olmuş, o zarif, cumbalı evlerdeki sesler
Masallara karışmış, ona aşina kulakta
Letafet, nezahet, nezaket abidesi eski şehir
Hoyrat ellerde mahzun, bekler gibi son durakta
Kaybolmuş o bi misl-ü baha, Roma’nın “şehir” dediği inci
Beklense de, toprağın suya hasreti gibi kurakta
Derler ki, insan âlemde hayal ettiğince yaşarmış
Üç beş fotoğraf, maziden kalan sararmış
Adından başka her şeyi değişen aziz İstanbul
Özlenmekte, söylenmekte şimdi, tadı kalan dudakta