İstişare deyince öncelikle şu ayet-i kerime akıllara gelir:[1] “Sen onlara sırf Allah’ın lütfettiği merhamet sayesinde yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onların bağışlanmasını dile, iş hakkında onlara danış, karar verince de Allah’a güven, doğrusu Allah kendisine güvenenleri sever.” (Âl-i İmran, 3/159).
Âyette “danış” anlamında zikredilen “şâvir” kelimesi, müşavere masdarından türemiş emir kipidir. Sözlükte müşavere “arı kovanından bal almak, danışıp görüş almak, işaret almak” gibi mânalara gelir; aynı kökten olan şûra ile eş anlamlıdır. Terim olarak müşâvere “herhangi bir iş hakkında konunun uzmanlarının veya o konuda görüş bildirebilecek kimselerin görüşlerine başvurmak, onlarla görüş alış-verişinde bulunmak” demektir. Şûrâ ise “yöneticilerin ve özellikle devlet başkanının kamu görevini yürütürken istişarede bulunmasını ve istişare sonucu oluşan eğilimi göz önünde bulundurmasını” ifade eden bir terimdir. İsim olarak şûrâ, “toplanıp görüş alış-verişinde bulunan cemaat” anlamına gelir. Burada “iş hakkında onlara danış” şeklindeki ilâhî buyrukla Hz. Peygamber’in şahsında bütün ümmete ve özellikle yöneticilere danışarak iş yapmaları emredilmiştir. Başka bir âyette de “İşleri aralarındaki danışma ile yürür” (Şûrâ 42/38) buyurularak istişare ile hareket etmek, Müslümanların üstün meziyetleri arasında sayılmış; böylece Müslüman toplumlarda yönetimin şûra ve meşveret esasına dayanması gerektiği belirtilmiştir. (Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 700-705).
Net bir şekilde anlaşılmaktadır ki İslam’da iş yönetimi konusunda konunun taraflarının ve yapılmak istenen işle ilgili bilgi sahibi olan kimselerin görüşlerinden faydalanmak son derece önemli addedilmiştir. Bu noktada bilhassa devlet erkini yönetenlerin istişare sonucuna göre hareket etmelerinin gerekip gerekmediği diğer bir deyişle veto haklarının bulunup bulunmadığı meselesi önemli bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır: “Hz. Peygamberin veya hemen onu takip eden halifelerin veto hakkını kullanıp kullanmadıklarını kategorik olarak söylemek mümkün gözükmemektedir. İşin aslına bakılırsa Hz. Peygamber konusundaki sorun biraz özeldir, çünkü Peygamber önceden “Allah’ın bana vahiy etmiş olduğu emir böyledir” demişse, hiçbir tartışma mümkün değildir ve her Müslüman istekli olarak onu boyun eğmekle mükelleftir. Ancak hakkında vahyin bulunmadığı ve Peygamberin kendi kişisel ve beşeri düşüncelerine dayandığı meselelerde, kendi kişisel tercihine karşı olan çoğunluğun görüşünü kabul ettiği örnekler çoktur. Mesela, Uhud Savaşı sırasında şehrin içinde kalarak Medine’yi içerden savunmak şeklindeki tercihine rağmen (bk. Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 700-705), şehri terk ederek düşmanı Uhud’da karşıladı. Hatta şu ifade Hz. Peygambere isnad edilir: ‘Ebu Bekir ve Ömer ortak bir görüşü benimsiyorlarsa, ben onlara karşı gelmem.’ (Muhtasaru Tefsiri İbn Kesir, I-331). Bu prensip Kur’an’da iyice tanımlanarak şöylece vurgulanır: “(Onların vazifesi) itaat ve güzel sözdür. İş ciddiyete bindiği zaman Allah’a sadakat gösterselerdi, elbette kendileri için daha hayırlı olurdu.” (47 Muhammed 21). Tartışma anında fikirlerde samimiyet ve bağımsız düşünüş, ancak karar verildikten sonra, kişisel görüşe karşı da olsa sonuca sebat, itaat ve tam uyum esastır. Burada bencillik yoktur, toplumun maslahatı her şeyden önemlidir.” (Hamidullah, İslam Anayasa Hukuku, s.119).
Hz. Ebu Bekir’in ileri gelen büyük bir sahabe topluluğuna karşı veto hakkını kullandığı, zekât vermek istemeyenlere ve yalancı peygamberlere karşı savaş ilan etmek suretiyle onların karşıt görüşlerini veto ettiği söylenmektedir.
Ebu Bekir Sıddik (r.a.) ile ilgili olarak bu konuda delil diye ileri sürülen iki olay mevcuttur. Bir üçüncüsü yoktur! Bu iki hadise; Üsame ordusunun gönderilmesi ve mürtedlerle savaş kararı meseleleridir. Kaldı ki, Ebu Bekir (r.a.) bu her iki meselede de, kendi şahsi görüşüyle hüküm vermiş değildir; her ikisinde de delili Kur’an ve Sünnet’tir. Üsame ordusunu göndermedeki delili şuydu: Resulullah (s.a.v.)’ın vefatlarından önce vermiş bulundukları bir kararı, onun halifesi sıfatıyla uygulaması gerekiyordu. Mürtedlerle savaş konusundaki delili ise şu idi: Namazla zekâtı birbirinden ayıran ve ben namaz kılarım ama zekât vermem diyen kimseler, meşru yönetime haksız yere isyan etmiş olurlar ve “La ilahe illallah diyenlere karşı nasıl kılıç çekilir?” diyenlerin delilleri kabul edilir bir delil değildir. İşte bu iki delildir ki, Ashab-ı Kirama, Hz. Ebu Bekir’in görüşüne boyun eğdirmiştir. Şayet bu bir veto hakkı ise, Kur’an ve Sünnet’e aittir; yoksa devlet başkanına ait değildir! Fakat gerçek şu ki, buna veto hakkı demek, gerçeği tam olarak yansıtmamaktadır. Zira sahabeler, Hz. Ebu Bekir’in getirdiği deliller karşısında ikna olmuş ve onun bu delillerinin doğruluğunu itiraf ederek daha önceki görüşlerinden vazgeçmişlerdir. (Bk., Mevdudi, Modern Çağda İslami Meseleler, s.308).
Konu hakkında Abdulkerim Zeydan şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Devlet başkanı çoğunluğun görüşüne kani olmazsa, meseleyi bir hakem heyetine havale edebilir. Hakem heyetinin fikri de onu tatmin etmezse kendisi, ihtilaf konusundaki kararını bildirir. Eğer halk veya çoğunluk başkanın görüşünü desteklerse karar kesinleşir. Halk veya çoğunluk başkanın görüşünü tasvip etmediği takdirde, devlet başkanı halkın görüşünü kabul etmeye mecburdur. Aksi halde istifa etmek zorundadır.” (Zeydan Abdulkerim, İslam’da Fert ve Devlet Münasebetleri, s.102-105).
Al-i İmran suresinde “…İş hususunda onlarla müşavere et. Bir kere azmettin mi de Allah’a güvenip dayan…” (Al-i İmran, 159) ayetinde geçen “azmetmek” kelimesinin ne demek olduğu Hz. Peygambere sorulduğunda şu şekilde cevap verir: “Görüş sahiplerine danıştıktan sonra görüşlerine uymaktır.” (Muhtasaru Tefsiri İbn Kesir, I-331).
Sonuç olarak diyebiliriz ki; insanlar tartışmaya açık bir meselenin doğruluğunu kendi aralarında değerlendirdiklerinde, işin sonunda, çoğunluk doğru veya doğruya en yakın bir karara varacaktır. Mantıken çoğunluğun da yanılabileceği düşünülebilse bile, azınlığın yanılma ihtimali daha yüksektir. Öyleyse doğru olan çoğunluğun kararına uymaktır. (Bk., Muhammed Esed, İslam’da Yönetim Biçimi, s.111-113). “Kim kendisine dosdoğru yol apaçık belli olduktan sonra, Peygambere karşı çıkar ve mü’minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü şeyde bırakırız ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir yataktır o!..” (Nisa 4/115); Bu ayet, “mü’minlerin yolu” ifadesiyle, icma-ı ümmet ile doğrunun ortaya çıkacağını ve ona uymanın gerekli olduğunu göstermektedir. (Bk., Muhtasaru Tefsiri İbn Kesir, I-438).
Sözün özü; önemli bir mesele hakkında konuşulurken sonuna kadar özgürce tartışılmalı, artı ve eksi yönleriyle tartılmalı, herkesin fikirlerinden istifade edilmelidir. Belli bir uzlaşma sonunda, çoğunluğun görüş ve kanaatini temsil eden bir karar ortaya çıkınca da ona uygun hareket edilmelidir. Kur’an’ın şu ifadesi bu konuda son derece dikkat çekicidir: “Sözü dinleyip de onun en güzeline uyanlar var ya, işte onlar Allah’ın hidayete erdirdiği kimselerdir. İşte onlar gerçek akıl sahipleridir.” (Zümer, 39/18).
KAYNAKLAR
[1] Bu yazının hazırlanmasında, “Kur’an’a Göre Özgürlükler ve Kader” isimli çalışmamızın ilgili bölümünden yararlanılmıştır.