Eşitlikten maksat matematiksel bir eşitlik değildir. Zaten sosyal hayatın icapları bunu gerektirmez. Eşitlik haddi zatında iddialı bir sözcüktür. Bu sözcüğün içerdiği anlam bir ıstılah (terminoloji) haline gelince daha büyük bir iddiaya dikkat çeker. Eşitliği takip eden büyük mücadele dalgası hiç bitmez. Onu elde etmek bir ‘kızıl elma’ hatta bir ‘ütopya’ şeklinde devam eder durur. Zira eşitlik kavramının ortaya çıkışı sosyal bir ihtiyaçtan öte siyasî bir anlam içerir. İhtiva ettiği ve kitleleri büyüleyen bu iddia siyasal bir söylem olarak günümüzde de varlığını sürdürmektedir. Halen güncelliğini korumaktadır.
Eşitlik; Hukuksal eşitlik, Siyasal eşitlik, Sosyal ve Ekonomik eşitlik, Fırsat eşitliği olarak[1] gruplandırılmaktadır. Bunlara temas etmekle birlikte biz fırsat eşitliği üzerinde durmak istiyoruz. Kanaatimizce şöyle de ifade edilebilir ki esasen yukarıdaki eşitlik tasnifi birbirinden ayrılamaz. Orta Çağlarda siyasal eşitlikten pek söz edilemezken diğerleri esasen hemen her toplumu ilgilendiren konulardı. Tarihteki toplumların medenî olup olmadıklarını esasen insanların sahip oldukları hak ve özgürlükler çerçevesinde değerlendiriyoruz. Burada eşitlik adalet ile birlikte akla ilk gelen kavramlardandır. Medenî-Medenî olmayan toplum ayrımı esasen bu çerçevede şekillenmektedir.
Kast ve kölelik sisteminin yaygın ve etkin olduğu bir dünyadan uzaklaşma mücadelesi veren insanlığın Yakınçağdan itibaren hukukî ve sosyal düzlemde eşitlik arayışına girdiği görülmüştür. 1789 yılına gelindiğinde gerçekleşen Fransız İhtilali, ortaya çıkardığı ilkeler ve söylemler itibariyle tüm dünyayı etkilemiştir. Bu olayla ortaya çıkan kavramlardan biri de “eşitlik” olmuştur. İnsanlar doğuştan fiziksel olarak eşit doğmaz. Haklar itibariyle eşit doğar. Her insan doğuştan özgürdür. Fırsat eşitliği ve pozitif ayrımcılık kavramları demokrasi ile birlikte gündeme gelmiştir.
Adalet ve eşitlik hep birlikte anılan iki önemli kavram olmuştur. Kimileri adaleti eşitlik olarak algılarken; kimileri ise bu ikisinin farklı kavramlar olduğunu ileri sürmüşlerdir. Peki doğrusu nedir? Eşitliğin olmadığı yerde adalet var mıdır? Genel kabul gören bir adalet var mıdır? Kadın-erkek eşit midir? Yoksa eş midir? Ontolojik eşitlikten mi söz ediyoruz? Yoksa sosyal hayattaki hak ve hürriyetler bakımından eşitlikten mi söz ediyoruz? Fırsat eşitliği ve pozitif ayrımcılık adalet midir? Bu soruların her biri ayrı yazıların konusu olacak kadar karmaşık ve kapsamlıdır.
Toplumların oluşumu, devletlerin teşekkülü hep adalet ilkesi üzerine olmuştur. Aksi zaten düşünülemez. Dinler adaleti ana ilke olarak ele almışlardır. Ahlakî ilkelerin temeli doğruluk olduğuna göre hemen ardından adalet gelir. Barışın olması için adalet şarttır. Barışın olduğu yerde huzur, gelişme, kalkınma ilerleme olur. Güven olur. Merhamet olur. Bu sebeple adalet başat bir kavramdır.
Peygamberlerin gönderilmesi de esas itibariyle adalet içindir. Adaletsizliğin en ağır örnekleriyle yaşandığı çağlarda ve toplumlarda, insanlara çeki düzen verecek bir uyarıcının/kurtarıcının gelmesi beklenmiştir. İşte bu beklenti Allah tarafından peygamber/nebi/resul olarak nitelendirilen şahsiyetlerin gönderilmesiyle karşılanmıştır. Peygamberler önce en büyük haksızlığın yaratıcıya karşı olduğunu vurgulayarak şirki reddederek bir tek tanrının olduğunu anlatmışlar ve bunun için büyük mücadeleler vermişlerdir. Ayrıca toplumun ezilen kesimlerine, kölelere ve kadınlara karşı adaleti savunmuşlar, kendileri de örnek yaşamlarıyla bunu kanıtlamışlardır. Toplumsal hayatın diğer cephelerinde de adalet ve eşitliği savunmaktan geri durmamışlardır. Bunun bariz örneklerinden biri de şu âyettir: “Allah, size emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Doğrusu Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir” (Nisâ, 4/58). Hz. Peygamber’in Veda Hutbesi’nde “Kadınlar hakkında Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Onları Allah’ın emaneti olarak aldınız…” şeklindeki beyanları da bunu göstermektedir. Burada şunu da belirtmek gerekir ki “…kadınları emanet olarak almak…” şeklinde meâlen ifade ettiğimiz husus kadın erkek eşitliğine aykırı bir söylem değildir. Burada ifade edilen kadının ve ailenin sorumluluğunun büyük bir kısmının erkeğe verilmesiyle ilgilidir. Zira “emanet” kavramı İslam dininin en başat kavramlarından biridir. Emanete mutlaka ihtimam gösterilmesi gerekir. Aksi halde insanların mevlası (Sahibi) olan Allah bunun hesabını sorar. Bunu bu şekilde anlamalıyız. Hz. Peygamber’in kadınlara gösterdiği bu ve benzeri incelik ve ihtimam esasen kadına uygulanabilecek her türlü şiddeti de reddettiği anlamına gelir.
Adalet her zaman eşit paylaşım ya da eşit davranmak anlamına gelir mi? Diye kendimize sormalıyız. Cevap olarak “Her eşitlik adalet değildir” sonucuna varabiliriz diye düşünüyorum. Zira adalet aynı zamanda “denge” anlamına da gelir. Çağımızın en önemli tartışma konularından olan kadın-erkek eşitliği konusunu yukarıdaki soruyu cevaplamak için örnek olarak verebiliriz. Kadın ve erkek elbette ontolojik olarak eşittirler ve aynı haklara sahiptirler. Her halde burada anlaşılamayan husus toplumsal görev ve sorumluluklar noktasındadır. Kadının, erkeğin çalıştığı hemen her işte çalışması mümkündür. Fakat bu adil midir? Kadına haksızlık olmaz mı? Kadının bir takım ağır işlerde çalışması reva mıdır? Soruları akla gelmektedir. Örneğin kadının vinç ya da diğer iş makinaları operatörü olarak çalışması mümkündür, fakat bence adil değildir. Çünkü ağır bir iştir. Bu çerçevede kadın ile erkeği eşitlemek yerine eş görmek daha uygun olacaktır. Buradaki eş ifadesinden sadece evlenip eş olmalarını kastetmiyorum. Ayakkabının sağ ayağa ve sol ayağa giyileninin numaraları aynı olsa bile ayakkabının kendisinin aynı olmadığını söylemek istiyorum. Eş olan ayakkabılarda hiçbir sorun olmaz. Ancak eşit olurlarsa yani bir çift sağ ya da sol ayakkabı giyilmeye kalkışılırsa ızdırap olur. Bunu anlatmak istiyorum. Kendi ayakları üzerinde durabilen aynı zamanda da kendi ayakkabılarını doğru giyebilen gençler yetiştirmek ana hedefimiz olmalıdır. Yani sosyal hayatta öz varlığına ve saygınlığına uygun işler yapmaya teşvik etmeyi söylüyorum. Saygınlığı olmayan şeylerin hakkı olmaz. Hak da olmaz. İnsan bunları yaparak haklı da olmaz. Hak Allah’ın isimlerinden biridir. Haksızlık her yerde ve her zaman kötüdür. Eşitlik sorununu kanunla çözmek mümkün olamamaktadır. Bu sorun toplumsal normlar ile çözülebilir.
Eğitim dünyamızın bu hususta aydın bir tavır ve samimi bir yüzle göstereceği gayret de önemlidir elbette….Toplumsal eşitlik ekonomik refah ve yüksek eğitim ile olur. İnsanların birbirlerine haset ettikleri toplumda eşitlik kavramından söz edilemez. Elbette mal-mülk ya da statü eşitliğinden söz etmiyoruz. Ama herkesin kazandığı ile mutlu olabildiği hukuksuz işlere tevessül etmediği kişilerden oluşan toplum erdemli toplumdur.
[1] Cemal Baltacı, Demokrasilerde Eşitlik İlkesi, s. 199-211.