Tarihin hemen hemen her döneminde kadın konusu bir mesele olarak insanlığı meşgul etmiş, bilginin mitolojiye, büyüye ve tecrübeye dayalı olduğu dönemlerden yine büyünün, tecrübenin yanı sıra dinin hakim olduğu dönemlere, oradan tüm bilgi çeşitleriyle birlikte bilimsel bilginin egemen olduğu 18. yüzyıla, hatta 20. yüzyılın son çeyreğinden beri postmodernizm / yüksek modernite /geç kapitalizm olarak isimlendirilen günümüz toplumlarına varıncaya kadar gündemden eksik olmamıştır. Bugünkü yazımda bu kadar eski tarihlere girmeyeceğim, daha çok günümüzde yaşanan kültürel normlara dayalı davranış kalıplarının kadın ve erkeği nasıl sosyalleştirdiği ve bunun çeşitli alanlarla ilişkileri çerçevesinde somutlaşan kadına karşı şiddet olgusu üzerinden İstanbul Sözleşmesinin önemine değineceğim.
İnsan doğduktan sonra toplumsal yaşamın akışkanlığı içinde kendini buluyor. İçinde doğduğumuz toplumun sosyal pratikleri, rutinlikleri bize verilidir ve biz bu verili yaşamı bir taraftan anlamaya ve anlamlandırmaya, öte taraftan da açıklamaya çalışarak kendimiz için yeni yaşamlar inşa ederiz ve yaşamımızı bu şekilde sürdürürüz. Tüm bu yaşadıklarımız, en geniş anlamıyla kültürün kendisi olarak karşımıza çıkar. Taylor’ın (Güvenç, 1996) belirttiği gibi bilim, teknoloji, din, inanç öğretileri, gelenek, görenek, töreler, sanat, vb. alanlarda tüm olarak insanlığın ürettiği her şey olan kültür, bizim yaşamamızı biçimlendirirken özne olarak bizler de kendi yaşamımıza refleksif olarak çeki düzen veririz. Sosyalleşme dediğimiz bu süreç, bireyin bir toplumun yapma, duyma ve düşünme biçimlerini öğrenmesini ve bunları içselleştirmesini gerektiriyor. Bunu niye yaparız? Toplumda göreli de olsa uyumu sağlamak için. Durum böyle olunca biyolojik cinsiyeti kadın ve erkek olan çocuklarının yetiştiriliş tarzı, toplumun hakim ve yerleşik kültürel değerleri ve normları çerçevesinde işliyor. Demek ki, biyolojik cinsiyet doğuştan getirilen cinsiyettir, farklıdır. Ama bu farklılık eşitsizlik anlamına gelmiyor. Bireyin toplum içinde hakim kültürel normlar aracılığı ile toplumdaki rollerini öğrenmesi toplumsal cinsiyet olarak adlandırılıyor. Çünkü normlar bireylerin davranışlarını düzenleyen sosyal kurallardır. Buna göre, toplumdaki hakim ataerkil kültürel normlar bu süreçte kadın ve erkekten beklenilen davranışların neler olduğuna göndermede bulunur. Bugün tüm dünyada mevcut kültürel norm ve değerler kız ve oğlan çocuklarının farklı ama eşitsiz bir biçimde yetiştirilmesine dayanmaktadır. Çünkü kültürel kodlar kalıp yargılar çerçevesinde çoğunlukla eşitsizlik üzerine üretilmiştir. İstanbul Sözleşmesinde (2011) belirtildiği gibi toplumsal cinsiyet, kadınlar ve erkekler için toplum tarafından uygun görülen ve sosyal olarak inşa edilen roller, davranışlar, eylemler ve nitelikler anlamında tanımlanmaktadır. Dikkat edilirse bu tanımın içinde LGBTİ+ olarak bilinen farklı cinsel yönelimli bireyler yer almıyor.
Toplumda kadın ve erkek nasıl olunur, sorusuna bireylerin çocukluktan itibaren kültürel norm ve değerler çerçevesinde toplum tarafından biçilmiş olan rollerini öğrenmesi ve yeniden üreterek bunları sürdürmesi yanıtını vermek mümkündür. Burada bir anımı anlatmak istiyorum. İlkokul birinci sınıfta yazmak ve okumak için fişlerimiz vardı. Birinde şu cümle yer alıyordu: Ali topu at, Ayşe topu tut. Çocuk aklımla kendi kendime sormuştum. “Neden hep Ali atıyor, Ayşe tutuyor; bir kez de Ayşe atsa Ali tutsa olmaz mı?” İşte, kültürel normların desteklediği toplumsal cinsiyet eşitsizliği aileden sonra okulda böyle bir süreçle işliyor. Çocuk diğer basamakları tırmandıkça devam ediyor. Bu süreç oğlan çocuklarının atılgan, cesaretli, serbest ve özgür bir biçimde, kız çocuklarının ise söz dinlemesi, sessiz olması, oturmasına, gülmesine dikkat etmesi, çok konuşmaması gibi davranışlarına baskı ve kısıtlılık getiren bir mantıkla yetiştirilmesi biçiminde sürdürülür. Bu şekilde sürdürülen yetiştirilme tarzı yüzyılların verdiği kültür aktarımıyla toplumlarda öylesine benimsenmiş ve kabul edilmiştir ki, herkesin normali haline gelmiştir. Ancak kız ve oğlan çocuklarının bir birey olarak ayrımcılık yaratan ve adaletli olmayan bu yetiştiriliş tarzı, kadim dönemlerden bu yana toplumlarda eşitsizliklere neden olduğu gibi insan hakkı ihlallerini de beraberinde getirmektedir. Yani, oğlan çocuğunun her türlü davranışında bir sınırlama ya da kısıtlılık söz konusu değilken, kız çocuklarının giyiminden oturmasına, sokağa çıkmasından eve ne zaman geleceğine, gülmesinden arkadaş edinmesine varıncaya kadar bir dizi yaptırımlar olarak hakim norma uygun davranması istenir ve bunları yapması beklenir, yapmazsa ayıplanır, kınanır! Bu durum aileye sirayet eder.
Kısacası kız ve oğlan çocuklarının erken dönemde neyi yapıp neyi yapmayacakları kız çocuklarının aleyhine işlemekte ve baskılanan kız çocuğu gençlik dönemine geldiğinde kendisi olamadan başkalarının istediği gibi bir kadın olma yoluna girmektedir. Davranışlarında özgür olamayan, itaat etmesi öğrenilen bu süreçte kız çocuğunun genel anlamda eğitim alıp iyi bir işte çalışması da engellendiğinden erkenden evliliğe yönlendirilir. Bu koşullar altında evlenen kadın, ataerkil normlar gereğince kocasının “malı-mülkü” gibi değerlendirilir ve kadının bütün dünyası evi olur. Çünkü ataerkil kültürel kodlara göre evi erkek geçindirecek, kadını koruyup kollayacak ve kadın her yönüyle erkeğe bağımlı, erkek ise her şeye sahip olacaktır. Bu durum gerek erkek gerekse kadın için normaldir. Oysa kazın ayağı öyle gözükmemektedir. Keza yazılı ve görsel medyadan, televizyondan izlediği çeşitli farklı hayatlar onun hiç görmediği birçok faklı yaşantıları ekrana yansıttıkça sosyal yaşamın gerçekliği ile karşı karşıya kalır. Kadın, farklı hayatları gördükçe kendi yaşadığı çelişkileri artar. Sonuçta birçok kadın yaşadığı haksızlıklarla dolu bu hayata itiraz eder ve karşı çıkışlarıyla erkeğe olan bağlılığını sorgular hale gelir. Özellikle eğitimden alıkonulan kız çocuklarına öğretilen okuyup ne yapacaksın, evi sen mi geçindireceksin gibi kalıp yargılarla çocuk doğurmaya, evi ile ilgili işleri yapmaya, söz dinlemeye ve kendine kocasının statüsüyle toplumda bir yer bulmaya çalışarak kendi küçük dünyasında yaşarken, öğrendiği ve gördüğü farklı hayatlarla kendi hayatını karşılaştırır. Bu karşılaştırmada, kendi isteklerinin önemsiz olduğunu, bu hayatı çocuğu ve eşi için yaşamasının gerektiği öğretileri içinde boğulmaktan kurtulma isteği doğar. İtirazları arttıkça farkındalığı da artar. İşte, zaten kız ve oğlan çocuklarının bu şekilde eşitsiz yetiştiriliş biçimi yetişkin yaşamında da devam eder ve şiddetin kendisi olarak karşımıza çıkar.
Tüm toplumlarda, davranışlarına çoğunlukla sınır konulmayan erkeğin uyguladığı şiddetin de normal olduğu algısı yaygındır; çünkü erkektir yapar, eve geç gelebilir ya da gelmeyebilir, istediğini yapar, aldatabilir, aldatmak erkeğin şanındandır gibi kalıp yargılar çoğu zaman normal karşılanan bir davranış olarak görülebilmektedir. Üstelik, erkeğin yaptığı bu aşağılayıcı şiddet içerikli davranışları kadından affetmesi beklenir. Ama aynı davranışları kadın yaparsa iffetsizlikle ve namussuzlukla suçlanır. Hatta öldürülmeyi bile hak eder! Çünkü kadın kocanın malı-mülkü, babanın-amcanın-ağabeyin malı-mülküdür. Bundan dolayı erkekler kadının üzerinde her türlü hakka ve tasarrufa sahiplerdir! Erkeğin kadını bir mal-mülk gibi görme anlayışı kadına karşı her türlü şiddeti meşrulaştırmakta hatta öldürmesine dayanak teşkil etmektedir! Bu sizlere bir senaryo gibi gelebilir. Ancak her gün yaşadığımız gerçekliğin ta kendisi olduğunu biraz çevremize bakarsak anlarız. Şimdi sizlere soruyorum. Bu anlayış doğru olarak kabul edilebilir mi? Eşitsizliği, baskıyı, itaati, bağımlı olmayı getiren, kadını değersiz kılan edilgen / nesne durumuna düşüren bu anlayış nasıl onaylanabilir! Bu insan olan, birey olan kadını yokmuş gibi görmek, değersizleştirmek değil midir? Şiddet değil midir?
Kültürel normların hepsinin yanlış olduğu söylenemez. Ama eşitsizlik üzerine inşa edilen her norm bir insan hakkı ihlalidir. Kuşkusuz kültürün öğrenilmişliği tek taraflı olarak yapısal unsurlarla sınırlı değildir. Bireyin kendisi de sosyal birlikteliklerde mevcut kültürün üzerine yenilerini ekleyerek ya da bir kısmından vazgeçerek ya da bir kısmını gereksiz bularak kendi duygu ve düşüncelerini rasyonel seçimler yaparak inşa edebilir. Giddens’ın (2007) ifadesiyle toplumsal yaşam, yapı+özne / toplum+birey ikiliği çerçevesinde hem birbirini etkileyen hem de birbirinden etkilenen, yani birbiriyle hak ve sorumluluklar çerçevesinde ilişkiselliğini ortaya koyan bir anlayışla sürdürülür. Bireyin toplumdaki göreli uyumu hem nesnel olarak yapısal normları öğrenmesi hem de öznel olarak kişinin kendisinin yapıp ettikleri sayesinde gerçekleşir ve böylelikle birey bir özne olarak sosyal pratiklerin inşasına katkıda bulunur. Özetle, kültürü yapan da değiştiren de biziz. O halde neden halen bu eşitsizlikleri sürdürelim?
Kültürel olarak erkeklik, kadınlığa dair bilinen ne varsa onun reddi üzerinden işlemekte ve inşa edilmektedir. Erkeğe atfedilen koruyucu-kollayıcı olmak, evini geçindirmek, para kazanmak ve otorite olmak biçiminde ifade edilen hegemonik erkeklik (Connell, 2005) zaten kendi içinde şiddeti barındırır haldedir. Bugün evi geçindiren kadınların varlığı söz konusu olmakla birlikte bu durum görmezden gelinmekte, evini geçindiren birçok kadın kültürel öğretileri bakımından erkeğin onurunun kırılmaması için suskun kalmaktadır; ama aynı saygıyı kadın görememektedir. Çağımızın yaşam iklimi çok farklı biçimlere dönüşmüş, dönüşmektedir. Bugün birçok yerleşik kültürel kalıplar değişime uğruyor. Örneğin, kadın ve erkeğin toplumsal rolleri değişiyor. Yaşanan ekonomik krizler de önce kadınların daha sonra erkeğin işten çıkarılmasına neden olurken, kadının bakıcılık ve tedarik edicilik rolü ile hizmet sektöründe nitelik gerektirmeyen alanlarda iş bulması söz konusu olabiliyor. Ya da işsizliği nedeniyle evde çocukların bakımını üstlenen erkekler bulunabiliyor. İşte tüm bunlar kültürel kodların geçmişte nasıl inşa edildiyse günümüzün değişen koşullarında da yeni kültürel kodların yeniden inşasını gerekli kılmaktadır. İstanbul Sözleşmesi bize böyle bir olanak sunmaktadır. İstanbul Sözleşmesini anlamak için BM’nin Avrupa Komisyonunun 1975 yılından bu yana yapmış olduğu toplantıların, sözleşmelerin, konferansların ve denetimlerin içeriğine hakim olmak gerekir. Bu konuya alttaki paragrafta tekrar döneceğim.
Ataerkil normların dayattığı davranışlar, artık çağımızın değişen koşulları içinde insan hakları, adalet, özgürlük, eşitlik, ahlak fikirleri karşısında işlemez / işleyemez hale gelmektedir. Aslında eril/ataerkil değerler ve normlar kadını kıstıraç altına alırken, erkeğe de alabildiğine özgürlük vermektedir. Erkek şiddeti “erkekliğin şanındandır” anlayışı ile çevresinden işbirlikçilerle birlikte destek bulmakta, hatta bu durum diğer kadınlara bir gözdağı verme işlevine dönüşmektedir. Konuyu erkek açısından değerlendirdiğimizde sosyalleşme sürecinde öğretilen ve toplumun hakim ataerkil değerleriyle yetişen oğlan çocuğu sürekli hiyerarşinin tepesinde güçlü konumda olup her istediği yerine getirilmekte ve kadın gibi olmamak adına erkekliğe adım attırılmaktadır. Kültürel normlar çerçevesinde bu yetiştiriliş tarzı, erkeği güçlü kılmakta ve her istediğinin yapılacağı düşüncesiyle büyütülmekte ve sözü dinlenmediği, isteği yerine getirilmediği takdirde öfkelenip şiddete baş vurmaktadır. Neden? Çünkü o da aile ortamında şiddetle büyümüştür ve bu davranış onun için normaldir. Kültürümüzün normlarında ve kalıp yargılarında şiddet davranışı hem kadın hem de erkek için normalleştirilmiştir. Oysa haklı ya da haksız, kimden, kime yönelik olursa olsun şiddet normal karşılanacak bir davranış değildir. Ama biraz önce vurguladığım gibi insan haklarına aykırı davranışların, hak-adalet fikirlerinin ve eşitlik-özgürlük düşüncelerinin gündelik yaşamda yer bulması nedeniyle şiddetin insan haklarına aykırı olmasının kabul edilmesiyle kadınlar artık bu haksızlığa tahammül etmek istemiyor. Erkeğin işsiz olması, evini geçindirmede yaşadığı zorluklar ya da işi olanlar için işyerindeki rekabet, kadına karşı erkeğin kendini sürekli güçlü göstermek istemesi vb. sosyalleşme sürecinde öğretilen kalıp yargılarla ilgilidir ve bu kalıp yargılar aslında erkeği de baskı altında bırakmaktadır. Ancak “toplum ne der, sen ne biçim erkeksin, kızına, karına sahip olamadın” gibi kalıp yargılar erkeği daha çok erkeklik gösterisinin içine çekmekte ve şiddet gösterme eğilimi giderek artmaktadır.
Oysa kadim tarihten günümüze çok şey değişmiştir. Artık çağ eski çağ değildir, kadını ve erkeği bağlayan bu kalıp yargılardan kurtulmak için şiddeti normalleştirmeyen, haklılaştırmayan yeni bir anlayış gereklidir. Öyle ise değişmek, değiştirmek gerekmektedir. Neyi değiştireceğiz? Değişmek, değiştirmek kolay mı? İdeal anlamda insan haklarına aykırı olan her şeyi, erkek şiddetini normalleştiren davranışları değiştirmek. Belirtmeye çalıştığımız kadının ve erkeğin elini kolunu bağlayan ve şiddeti normalleştiren bu kalıp yargıların topyekûn değişmesidir. Kuşkusuz değişmek, değiştirmek kolay değildir. Bu iş bir-iki ailenin çocuk yetiştirme tarzını değiştirmesiyle düzeltilecek bir mesele değildir. Aksine bu iş bir politika meselesidir. Bunun için yeni kanun ve normlara ihtiyaç vardır. Kanunun yapabilmesi için politika manzumelerinin oluşturulması gerekmektedir. İşte İstanbul Sözleşmesi bir politika manzumesidir, bir normlar bütünüdür. Şiddeti önlemek için vardır. Her kim ki şiddete uğruyorsa onun devlet tarafından korunması gerekmektedir. Bu nedenle şiddeti önlemek, şiddetten korunmak, şiddeti yargılamak ve eşitsizlikleri giderici yeni politikalar oluşturmak için İstanbul Sözleşmesi, insan haklarına aykırı olan şiddet uygulamalara karşı bir kalkan görevi görmektedir. Neden kadın şiddetinden söz ediyoruz? Bu konuya da açıklık getirelim. Çünkü şiddetin en acı ve ıstırap verici biçimini kadın yaşamaktadır. Erkeğin yaşadığı söylenilen şiddet ise münferit ve tekil olaylardır. Oysa kadına karşı şiddet sistematik bir biçimde kültürel olarak kadının kadın olmasından kaynaklanan şiddettir. Kız kardeşi öldürülen bir kadın şunları söylüyor, “Benim kardeşim kadın olduğu için mi, anne olduğu için mi öldürüldü?” Bu konu daha açık nasıl izah edilebilir! Bu konuda erkekleri bir günlüğüne kadın olarak empati yapmaya davet ediyorum.
Şiddet nedir? BM İnsan Hakları ve CEDAW sözleşmelerinde şiddet; “Kadınların medeni durumlarına bakılmaksızın ve kadın ile erkek eşitliğine dayalı olarak; politik, ekonomik, sosyal, kültürel, medeni veya diğer sahalardaki insan hakları ve temel özgürlüklerinin tanınmasını, kullanılmasını ve bunlardan yararlanılmasını engelleyen veya ortadan kaldıran veya bunu amaçlayan ve cinsiyete bağlı olarak yapılan herhangi bir ayrım, mahrumiyet veya kısıtlama anlamına gelir” (CEDAW, 2010: 105). Şiddet çok farklı biçimlerde vuku bulmaktadır. Aşağıda saydığımız kadına yönelik şiddetin türlerini, bugün hemen hemen her yerde görmek mümkündür.
- Fiziksel şiddet: Öldürme, darp, dayak, bıçaklama, kesme, kezzap atma vs.
- Psikolojik şiddet: Değersizleştirici, aşağılayıcı davranışlarda bulunma, hakaret, küfür etme, ısrarlı takip, sözle sarkıntılık, mobing / yıldırma
- Cinsel şiddet: Taciz etme, tecavüzde bulunma, ensest
- Ekonomik şiddet: Para, ziynet eşyası, mal-mülk vs. kadının elinden alma, çalışmasını engelleme, kısıtlı para verme, kredi kartı ekstrelerini kontrol etme, maaş kartına (bankamatik) el koyma
- Kültürel şiddet: Çocuk yaşta evlilik, kadın sünneti, recim, ayak kesme
- Sosyal şiddet: Güç ve iktidarını kullanarak kadına sözünü dinlettirme, normlarla destekleme, ör. zorla evlendirme vb.
- Sembolik şiddet: Doğrudan ve açıktan şiddet gibi gözükmeyen, dolaylı ve hissettirilmeden yapılan şiddet (kadının yapacağı işler ve gideceği yerler için izin istemesi, kadınlığı ile ilgili erkeğin şakalar yapması)
1979 yılında BM Avrupa Konseyi tarafından kabul edilen ve Türkiye’de 1986 yılında resmi olarak yürülüğe giren CEDAW (Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Yok Edilmesi Sözleşmesi) ile bağlantılı olan İstanbul Sözleşmesi, Avrupa Konseyi tarafından 2011 yılında İstanbul’da imzaya açılmıştır. Bu sözleşmeyi ilk imzalayan ülkeler arasında bulunan Türkiye ancak 2014 yılında resmi olarak onaylanarak uygulamaya koymuştur. İstanbul Sözleşmesi, kadına karşı şiddettin ve aile-ev içi şiddetin önlenmesi konusunda 6284 Sayılı Kanuna ilişkin yönetmeliğin yürürlüğe girmesinde temel dayanak oluşturmaktadır. Dolayısıyla uluslararası normlar statüsünde olan bu sözleşme henüz hiç ortada değilken, CEDAW ile birlikte arka arkaya gelen başka raporlarla ilgili olarak Türkiye hem iç hukukunda (medeni ve ceza yasalarında 2000-2002 yıllarında) hem de yönetmelikler (örneğin 6284 Sayılı Kanun) çerçevesinde revize edip düzenleyerek uygulamaya koymuştur. Bu konuda Türkiye’de hukuki altyapısı kuvvetli olan bu sözleşmenin uygulamada, yani mahkemelerde (ataerkil kültürel normlar nedeniyle) büyük sıkıntılar yaşanmaktadır. Çoğu hukukçu ve hakimlerin zihniyetini değiştirmeden sözleşmenin hükümlerini uygulamaya çalışmak boşa harcanmış bir çaba olarak nitelenebilir. Ancak değişimin kolay olmadığını belirtmiştik. Hakimlerden istenilen, katile kültürel yorumlar yaparak hafifletici cezalar vermek yerine gerçekten kanunları uygulamaktır. Bu süreçte daha kaç kadını kaybetmemiz gerekir… Bunun için eğitimden ekonomiye, siyasetten aileye, yargıdan medyaya varıncaya kadar topyekun değişiklikler söz konusudur. Çocuklarımıza kız-erkek arkadaşlığını tabulaştırmak yerine sağlıklı ve doğru olanı kişilerin bireysel haklarına saygı göstermeyi ve bundan sorumlu olduğunu öğretmeyi beceremezsek, bu değişikliklerin olmasını daha uzunca bir süre beklemek gerekecektir. İşte, onun için İstanbul Sözleşmesi var!
İstanbul Sözleşmesi, kadına karşı şiddetin insan hakkı ihlali olduğu gerekçesiyle İngilizcede 4p olarak belirtilen kavramlar temel alınarak düzenlenmiştir. Bunlar:
- Önleme (precluding)
- Koruma (preserving)
- Yargılama (proceeding)
- Yeni politiklar geliştirme (progressing)
Bu anlamda İstanbul Sözleşmesi, insan hakları çerçevesinde düzenlenmiş kadının haklarını önceleyen uluslararası normlar manzumesidir. İstanbul Sözleşmesinde öne çıkan başlıklar ise bu konuda toplumsal cinsiyet eşitliğini önceleyen bir eğitimin müfredata dahil edilmesi, eşit eğitim konusunda özel sektör ve medyanın teşvik edilmesi, şiddet gören kadına tazminat hakkı verilmesi, zorla evliliklerin feshi, ısrarlı takibin cezalandırılması, zorla evlendirme, kadın sünneti yasağı, sözde “namus” adına işlenen suçlar dahil olmak üzere, kabul edilemez gerekçelerle uygulanan şiddeti engellemektir. Dolayısıyla, bu metinin feshedilmesini önerenlere ve bilgi sahibi olmadan ileri-geri konuşanlara, görüş bildirmeden önce mevcut literatürü okuyarak değerlendirmelerini öneririm. Aksi halde, bugün olduğu gibi karşı savlara yönelik sürekli bir savunma mücadelesine girişilmekte, bu durum ise haklı olunan bir davayı savunma yoluyla insanları bıktırma düzeyine getirmekte ve amacından uzaklaşmasına neden olmaktadır.
Sözleşmede, yalnızca kadınların erkek şiddetine uğraması değil; aynı zamanda çocukların, genç kızların ve hatta erkeklerin de aile-ev içi şiddetin mağdurları olabileceğine ilişkin ifadeler yer almaktadır. Öte yandan sözleşme, kadınların ve genç kızların erkeklerden daha fazla şiddet riskine maruz kaldığını ve eşit olamayan bir güç ilişkisi doğurduğunu ve bu durumun erkeklerin kadınlardan daha güçlü olmasına yol açtığını, dolayısıyla kadın başta olmak üzere dezavantajlı durumda olanlara yönelik ayrımcılığın giderilmesi amacıyla düzenlenmiştir. Bu nedenle İstanbul Sözleşmesi, insan haklarının ihlaline konu olan her türlü şiddeti ve bu şiddete uğrayan kişileri korumaya yönelik kapsayıcı bir sözleşmedir. Buna ilişkin açıklama, İstanbul Sözleşmesinin 4. Maddesinin 3. Bendinde şöyle dile getirilmiştir:
Madde 4 / 3. Taraflar bu Sözleşme hükümlerinin, özellikle de mağdurların haklarını korumaya yönelik tedbirlerin, cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka tür görüş, ulusal veya sosyal köken, bir ulusal azınlıkla bağlantılı olma, mülk, doğum, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen veya mülteci statüsü veya başka bir statü gibi, herhangi bir temele dayalı olarak ayrımcılık yapılmaksızın uygulanmasını temin edeceklerdir.
Sözleşme, şiddet gören kişi kim olursa olsun bu kişi ya da kişilerin koruma altına alınmasını dile getirmektedir. Diyelim ki, bir ailenin 14-15 yaşındaki çocuğu cinsel yönelimi farklı olduğundan dolayı nefret söylemine uğruyor. Bu çocuğun toplumda göreceği şiddet karşısında aile ne yapacak? İşte, bu çocuğun ailesinden ve çevresinden göreceği fiziksel ve psikolojik şiddet nedeniyle herhangi bir ayrımcılığa uğramaması için İstanbul Sözleşmesi bu çocuğu koruma altına almış oluyor. Aynı şekilde trans bireyler ve operasyonla cinsiyet değiştiren bireyler, mülteci ve göçmenler de dahil tüm dezavantajlı kişiler bu sözleşmenin kapsamındadır. Bundan daha insani ne olabilir? O halde, sosyalleşme sürecindeki mevcut kültürel kalıpların değiştirilmesi tek başına yeterli değilidir. İstanbul Sözleşmesinde olduğu gibi aileden başlayarak eğitim, ekonomi, siyaset ve medya yapılarını değiştirecek hukuksal normlara ihtiyaç vardır. O yüzden İstanbul Sözleşmesi, bir politika metni olarak yol gösterici özelliğe sahiptir.
Son olarak, bu sözleşme başta kadınlar olmak üzere her kesimden insanın şiddete uğramasını önleme, onu şiddetten koruma, mahkemede yargılama ve eşitsizliği giderme konusunda yeni politikalar geliştirme olanaklarına kavuşturmak gibi hedefleri kapsadığından, sözleşmeyi reddederek değil de belki üzerine yeni eklemeler yaparak geliştirmek gerekmektedir. O halde biz akademisyenler, günümüzde tarihsel olarak oluşan kadın-erkek arasındaki bu eşitsiz hiyerarşik yapının kadının baskılanmasının, ikincil konumda görülmesinin ve ezilmesinin sürdürülmesine itiraz ediyoruz. Çünkü bu saydıklarımın hepsi başlı başına bir şiddettir. Gerek kadınlar gerekse erkekler olarak, elimizi kolumuzu bağlayan ataerkil kültürel normların 21. yüzyılda insan hakları çerçevesinde nasıl bir ihlaller zinciri oluşturduğunu dikkate alarak bu sözleşmeyi yaşatmalıyız.
KAYNAKLAR
CEDAW, (2010). United Nations, Committee on the Elimination of Discrimination against Women. Forty-seventh session, 4 – 22 October 2010
Connell, R. W. (2005). Masculinities, Second Edition. University of California Press, Kaliforniya.
Giddens A. (2007). The Constitution of Society: Outline of the Theory of Structuration. Blackwell Publishing LTD. UK: Cambridge.
Güvenç, B. (1996). İnsan ve Kültür. İstanbul: Remzi Kitapevi (s.273).
İstanbul Sözleşmesi (2011). Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi, İstanbul, 11.V.2011