Geçen yüzyıl(!)da doğmuş ve bu yüzyılı yetişkin olarak deneyimlemiş biri olarak toplumsal değişimlerin hızına erişmekte çoğu zaman zorlanıyorum. Nitekim herhangi bir toplumsallığın “şimdiki hali” üzerine düşünürken kendimi daha tencerenin altı yeni kapatılmış da tadı oturmamış ama aceleyle yenmesi gereken bir yemeğin içindekileri tarif etmeye çalışır gibi hissediyorum.
“Bizim zamanımızda…” diye başlayarak nostaljiye göz kırpan beyhude laflarla uzaması muhtemel bu girişi hemen burada bitirmek isterim.
Hülasa… Her kavram gibi haliyle aile de hızlı değişimlerden payını alıyor. Bu değişimler karşısında ise elimizde olan en güçlü politik araç, ailenin korunması. Ancak ailenin nasıl korunacağı meselesi de aile içi şiddet meselesiyle iç içe geçmiş durumda. Burada tam da rahmetli Demirel gibi “Meseleleri, mesele etmezseniz ortada mesele kalmaz” demem lazım ama gelin görün ki mesleğimiz akademisyenlik.
Hakikaten, biz aileyi nasıl koruyacağız? Kimden koruyacağız? Bunun doğurduğu bir soru daha var: “Devlet, aileyi nasıl korumalı?”. Bu soru da haliyle doğurgan: “Hangi aile, devlet tarafından korunmaya değerdir?”
Maslow’a ithaf edilen bir söz vardır: “Elinde çekiç olan her şeyi çivi olarak görür”imiş. Hal böyle olunca biz akademisyenler de en çok kafa yorduğumuz olgular neyse karşılaştığımız olayları hep ona yorduyoruz belki de. Dolayısıyla aile deyince de ilk olarak benim aklıma gelen, yıllardır üzerinde çalıştığım aile içi şiddet vakaları oluyor. (Yazar, burada biraz iç karartıcı olduğunun farkındadır.)
Aile içi şiddetin oranı, artması, azalması gibi istatistiklere hiç girmeden kitaba hemen ortasından başlayarak temel tespitimi tam da buraya yazmak istiyorum: “Günümüzde aile yapısının değişimi ve aile içi şiddetin var olmasındaki en önemli etken, kadınlık ve erkeklik rollerindeki değişim sancısıdır.”
Bu tespitin içinde iyi/kötü, doğru/yanlış, olan/olması gereken gibi büyük laflar yok. Eskiye güzelleme, yeniyi yerme ya da her yeninin daha iyi olduğuna dair modernist bir yaklaşım da yok. Sadece somut durumun somut tahlili var ki zaten bu yazının yer aldığı platformun adı “Akademik Akıl”.
Kadınlık ve erkeklikten kastımın biyolojik cinsiyetlerimize göre bizden beklenen sosyal roller olduğunu söylememe gerek var mı bilmiyorum ama bu sosyal rollerin toplum tarafından inşa edilen, toplum tarafından değiştirilen ve “normal”i açıklamak adına kullanılan kavramlar olduğunu hatırlatmak isterim. Hele ki aile, kadınlık ve erkeklik rollerinin en belirgin biçimlendiği kurumlardan biri olduğu için bu rollerdeki değişimlerin doğrudan aileyi etkilemesi zaten kaçınılmaz.
(Tabi bu noktada cinsiyetlere dair özcü yaklaşan muhafazakar ideolojiyi biraz küstürüp bazı kavramlarını ödünç aldığım feminizmle flört eder gibi görünsem de aile konusunun Cemil Meriç’in deyimiyle “idrakimize giydirilen deli gömleklerine” sığdırılamayacak bir muhtevasının olduğuna inancım tam ve artık 19. yüzyıl ideolojileriyle dünyayı anlamlandırmaya çalışan okuyucu kalmamıştır diye umutlanıyorum.)
Malumunuz uzun (hatta pek uzun) bir dönem aile içindeki ilişkilerde geleneksel kadınlık ve erkeklik rolleri ile şekillenen aile pratikleri vardı. Erkek adam, çalışır, para kazanır, evin geçimini ve eşinin, çocuklarının bakımını üstlenir; kamusal alandaki bu gücü ile özel alana “reislik” eder, aile adına karar verir, aile bireylerini korur ve kollardı. Hanım kadın ise kocası izin vermezse çalışmaz, erkeğin getirdiğini pişirir, beyninin değil beyinin uygun gördüğünü giyer, temizlik, yemek gibi ev işlerini yapar, çocuklar evleninceye kocası da ölünceye kadar ailesine saçını süpürge ederdi. Biz bu geleneksel rollerin izlerini, eski eğitim sisteminde de, 2000’li yılların öncesindeki Anayasa ve ulusal mevzuatta da, gündelik sosyal pratiklerde de kolaylıkla görebiliyoruz.
(Gelenek gibi politik bir duruşa da işaret eden bu önemli kavramla ilgili olarak eklemek istediğim şey; büyüklere saygı, yardımlaşma, konukseverlik gibi geleneklerin değerleriyle berdel, kan davası, töre cinayetleri ve küçük yaşta zorla evlilikler gibi geleneklerin aynı değerlere sahip olmaması gerektiği bilinciyle kaleme alıyorum yazımı. Nitekim insani değerlere hizmet etmeyen alışılagelmiş kültürel bir pratiğe gelenek olarak değer atfetmek insanlığımıza da ihanet olur düşüncesindeyim.)
Sonra bir şeyler oldu! (Yazar burada yazması gereken binlerce cümleyi “bir şeyler” olarak kısaltmıştır). Bu şeyler, tam da “Erkekler Mars’tan Kadınlar Venüs’ten” kitabının çok satanlar listesinde yer aldığı yıllarda oldu. Kadınlar, idealize edilen kadınlık rollerinin uyum, itaat ve zafiyetlerle taçlandırılmış dünyasındaki hallerinden huzursuz olmaya başladılar. Yeni düzende kadınlar ekonomik özgürlüklerini elde etmeye başladılar; baba evinden koca evine ve oradan kefenle girdikleri mezara kadar bir erkeğin kontrolüne tabi kalarak yaşamanın adaletini sorguladılar. Tam da bu noktada şiddet farkındalığı oluşmaya başladı. Bir şeylerin olduğu zamanlarda bir hayat kadını tecavüze uğradığında faili ceza indirimi almıştı, bir kadın kocasının dayağından kaçarken babası ona kapıyı açmadığı için baba evinin önünde öldürülmüş ve namusunu temizleyen katili haklı görülmüştü, başka bir kadın kocasından günlerce gördüğü cinsel şiddetin tecavüz kabul edilmediğini öğrenmişti.
İnancı gereği örtündüğü için eğitim ve iş hayatından dışlanmanın, yeteri kadar örtünmediği için uğradığı tacizin sebebi sayılmanın, babaları tarafından okutulmamanın, kocaları tarafından çalıştırılmamanın, çalışma hayatına girseler bile önlerindeki cam tavanların, erkeklerle aynı işi yapsalar da akşam eve geldiklerinde kendilerinden beklenen ev işlerinin, zorla evlendirilmelerinin, namusun sadece kendi bedenleri ile simgelenmesinin ve çoğu cinayete kurban gitmenin sadece kendi cinsiyetlerine özgü bir şiddet biçimi olduğunun farkına vardı kadınlar.
Tahakküm gücüne alışık erkeklik pratikleri ise bu dönemde sekteye uğramaya başladı. Erkeklik zaten yorucu bir roldü. Sürekli güçlü olmanın altında bunalmaya başlarken erkeklerin kamusal alanda çektikleri cefanın özel alanda sefasını sürme pratikleri de ellerinden alınıyordu. Artık tüm gün çalışıp eve yorgun gelip bir kap sıcak çorba içmek için televizyon başına uzanan erkeğin bu ev içi sonsuz dinlenme hali sorgulanmaya başladı. Gayrimenkul alıp satarken, birine kefil olurken evli erkek artık karısından izin almalıydı. Babalık ve kocalık görevi aileye biraz para vererek bitmiyordu. Kadının “sırtındaki sopanın da karnındaki sıpanın da” hukuki ve toplumsal sorumlulukları vardı ve “eksik etek, saçı uzun, aklı kısa” Venüslüler “ellerinin hamuruyla” artık Mars’a gözlerini dikmişlerdi. Bu kadınlar kendi anneleri gibi de değildi; sesleri çıkıyor, yeri geldiğinde itiraz ediyorlar ve kamusal alanın nimetlerinden faydalanmak istiyorlardı. Erkeklerden yana olan terazi artık sallanarak gerçek dengesine kavuşuyordu.
Her değişim sancılıdır. Yeni ve güçlenen kadınlık rollerinin bazı sahipleri bazen bu gücü nasıl kullanacaklarını bilemeyerek suistimal ettiler; güç kaybeden erkekliklerin bazı sahipleri ise bu kaybı erkekliklerine yediremeyip şiddete başvurdular. İşte tam da bu yüzden günümüzde kadın ve erkek arasında yaşanan aile içi şiddetin görünen nedenlerine baktığımızda ilk sıralarda tartışma, geçimsizlik ve sadakatsizliği gördük. Mevcut ekonomik koşullarda birçok erkek, artık eşlerinin eğitimli, donanımlı, çalışan bir kadın olmasını istiyorlar ama aynı zamanda eşlerinden kendi anneleri gibi olmalarını bekleyerek sınırsız bir şefkat, hizmet ve sorgusuz sualsiz itaat görme arzularından vazgeçmiyorlar. Birçok kadın da -çalışsın çalışmasın- artık bir birey gibi görülmek, saygınlık uyandırmak, verilen kararlarda söz hakkı sahibi olmak, kişisel ekonomik güç ve tam bağımsızlık istiyor ama içten içe bir tarafları da hala sadece kendinden güçlü olan erkeğe saygı duymaya devam ediyor. Çünkü zaman tam da hukuki, toplumsal ve teknolojik değişimlerin zihniyetlere yerleşme döneminin çalkantılı haller zamanı.
Bu çalkantılı durumda ulaştığımız sonuç ise aynı çatı altında birbirine saygısını, sevgisini ve hoşgörüsünü yitirmiş her gün tartışma ve kavga içinde binlerce ailemsi birliktelikler! Boşanma sayıları artarken evliliğin ve dolayısıyla aile kurmanın bir lütuftan ziyade külfet olarak görüldüğü zamanlardayız. Bu durumdan her iki cinsiyet de birbirini suçluyor.
Daha adil ve eşitlikçi kadınlık ve erkeklik rolleri için gerekli olan hukuki düzenlemeler, kadınların güçlendirilmesine yönelik devlet politikaları, kadın hareketlerinin kamusal alana yansıması, sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarının önemi… Devlet tarafından yapılabilecek çoğu şey yapıldı ve hala yapılıyor ama her değişim sancılıdır. Çünkü çok uzun zamandır bir ana damarı tıkalı, diğer damarı ise potansiyelinden yüksek bir tansiyonla işleyen ve bu haliyle “nasılsa yaşıyorum müdahaleye ne gerek var” diyen dirençli bir hastanın kalbinden bahsediyoruz. Toplumun kalbi olan ailenin ana damarlarında kadından ve erkekten yana kan deveranı değişiyor. Yeni normalleşme elbette zaman alacak. Ama biliyoruz ki bundan sonra kalbin daha uzun ve sağlıklı çalışabilmesi için de bu değişim kaçınılmaz.
Yazının son cümlesi de “Hocam burada özetle ne anlatmak istedin?” diyenler için olsun: Güçlü bir aile için eşitlikçi kadınlık ve erkeklik rollerinde ısrarcı olunarak her iki cinsiyetin de elindeki yeni güç miktarının artık diğerine tahakküm sebebi olmadığı bir zihniyetin yerleştirilmesi gerekmektedir. Zira bu zihniyet olmaksızın eşleri kendi iradesiyle bir arada tutan saygı, sevgi ve diğer tüm olumlu duygular başka türlü sürdürülebilir olamaz ve geriye kalan birliktelikler zaten aile değil ancak ailemsi yaşam kırıntıları olur.