Hz. Peygamber, ümmetinin “sağlam temellere dayalı farklı görüş, düşünce, yorum, içtihat ve fikirde” olmasını bir rahmet olarak nitelemiş, ancak bölücülüğün, ayrımcılığın ve tefrikanın kötü ve zararlı olduğunu ifade etmiş ve ümmetini bunlardan sakındırmıştır. Bu uyarıya rağmen Kur’ân ve sünnetin ilkelerine dayalı kaliteli değişik görüş ve düşüncelerden rahatsız olmak, bunları susturmaya çalışmak, “Söyletmen vurun!” mantığıyla hareket etmek, farklı görüşlere tahammül edememek tam bir yobazlıktır/bağnazlıktır. Çünkü Hz. Peygamber’in değişik görüşleri dinlediği, ashâbıyla istişare ettiği ve sonunda da en doğru kararı verdiği bilinmektedir.
Hz. Ömer, hutbede gençlerin evlenebilmeleri maksadıyla mehir miktarının azaltılmasıyla ilgili bir görüş belirtmiş, Kureyşli bir genç kız âyet-i kerimeyi[1]hatırlatarak ona itiraz edince; “Herkes Ömer’den daha fakihtir! Bir kadın isabet etti, bir erkek yanıldı (genç kadın doğru söyledi, Ömer yanıldı)” diyerek hak vermiştir. Dolayısıyla bu ve benzeri uygulamaları unutarak farklı düşünceleri seslendirenlere tahammül edememek, nezaketten yoksun bir şekilde onlara saldırmak “İslam ahlâkıyla bağdaşmayan” bir tutumdur.
Bu itibarla, İslam âlimlerinden bazılarının bir konudaki farklı görüşünü ilk defa duyan kimsenin buna tahammül edemeyerek bu içtihadı seslendiren kişiye bühtanda bulunması, saldırması, hakaret etmesi ve onu “insanların kafalarını karıştırmakla”suçlaması doğru olmadığı gibi, böyle yapan kimsenin zerre kadar İslâm’ı bilmediği de açıktır.
Elbette kafalar karışacaktır ve karışmalıdır da. Bundan daha doğal bir şey olamaz. Lakin yanlış olan kafaların karışık kalmasıdır. Bu karışıklığı gidermek için hiçbir şey yapmadan tembel tembel oturmaktır. Söylenmek, efelenmek, hakaretler yağdırmak, alay etmek, küçümsemek, zırvalamak ve dedikodu yapmaktır.
Bir insanın kafası yeni bilgilerle karışırsa araştırma/inceleme yapar, sorgular, eleştirel aklı devreye sokar ve sonunda da sağlam, doğru, sahih ve güvenilir bilgilere ulaşır. Çünkü sular bulanmadan durulmaz. Doğru soruları soran, doğru cevabı doğru yerde arayan, doğru teraziyle tartan kişi er ya da geç hakikate ulaşır. Kısaca arayan Mevlâsını da belasını da bulur.
Ama burada önemli olan sürekli arayış içinde olmak ve hakikati bulmak için zihinsel faaliyetlere ara vermeden devam etmektir. Papağan gibi kendisine öğretilen şeyleri sorgusuz sualsiz tekrarlamamaktır. Kur’ân ve sünnetin rehberliğinde yeni sorular sorarak, mantık kurallarını göz ardı etmeden, eski bilgilerini gözden geçirmek, yeni problemlere yeni çözümler üretmektir.
Nitekim Hz. Ömer, müslüman olmadan önce ilk kez Kur’ân âyetlerini duyduğunda kafası karışmıştı. Ama o, arayış içinde olması ve sağlıklı tefekkürün hakkkını vermesi nedeniyle gerçeğin peşinde koşmaya devam etti ve nihayet hidayete erişti. Yani kafasının karışık kalmasına izin vermedi. Bu karışıklığı gidermek için çaba sarf etti; şüphelerini gidermek için güzel sorular sordu; muknî cevaplar aldı ve en sonunda da ikna olup İslâm’ı kabul etti. Tercihini/iradesini bu yönde kullandı. Yüce Allah da ona hidayeti nasip etti. Onu melekler de dualarıyla destekledi. Böylece kalbi inşirah buldu ve kendi cennetini bu dünyadayken kendisi kazandı.
Diğer taraftan Ebû Cehil’in de kafası çok karışmıştı. Ama o, bir arayış içine girmek yerine çıkarlarını ve kendisine öğretilen yanlış bilgileri/hurafeleri şartlanmışlık ve önyargıyla savunmaya devam etti. Kur’ân’da anlatılan misaller üzerinde hiç düşünmedi, gerçeklerle yüzleşmeye hiç yanaşmadı. Hatta âyetleri duymak istemediği için kulaklarını bile tıkadı. Atalarının gittiği yolda gitmekte ısrar/inat etti. Çağının tarihsel, toplumsal, kültürel, zihinsel, dilsel ve çevresel atıklarıyla beyninin yıkanmış/kirletilmiş olabileceği gerçeğini aklına dahi getirmedi ve sağlıklı tefekkürün hakkını hiç vermedi. Doğru sorular sormak yerine hoşuna gidecek şeyleri söyleyenlerin yanında yer aldı. Onlarla birlikte olmaktan mutluluk duydu. İçindeki ve dışındaki sinsi ayartıcıların yönlendirmelerine kendini açık hâle getirdi. Kısaca dalâleti tercih etti. Yüce Allah da onu sapıklığıyla baş başa bıraktı. Böylece kalbi taşlaştı ve mühürlendi. Kendi sonunu kendisi hazırladı ve yapıp ettikleri nedeniyle de cehennemi hak etti/boyladı.
Bilindiği üzere günümüzde de İslâm’ı seçen gayr-i müslimler, Hz. Ömer’in takip ettiği yolu/rotayı takip ederek hidayete erişmektedir. Dolayısıyla kafaların karışmasından korkan, farklı, güzel, ilginç, değişik sorulardan/yorumlardan rahatsız olan ve karşıt görüşleri susturmaya çalışanlar hem kendilerinden hem de inançlarından şüpheleri olanlardır.
İslâm’ı en güzel şekilde öğrenen gerçek âlim/mütefekkir/akademisyen/mutasavvıf/ şeyh/veli/mürşit hiçbir şekilde, hiçbir sorudan/düşünceden/fikirden ürkmez, korkmaz veya kaçmaz. Ancak İslâm’ı doğru kaynaklardan öğrenememiş, atalarının gittiği yanlış yolda gitmekte ısrar eden hoca müsveddesi/merdivenaltı din tüccarı/yarım hoca/çakma ilahiyatçı farklı soru ve düşüncelerden rahatsızlık duyar, bu tür sorular soranları susturmaya çalışır.
Bu itibarla, inatla atalarının izinden giden, taklide ve zanna dayalı bilgileri körü körüne savunanlar hiçbir şekilde hakikati kavrayamaz ve hidayete erişemezler. Eleştirel aklı devre dışı bırakan, soru sormaktan korkan, ısrarla yanlış düşünceleri savunan, doğrular hatırlatıldığında da sinirlenenler hakikatten nasiplerini alamaz. Zira onların niyeti/zihniyeti/ bakış açısı problemli ve bozuktur. Bu nedenledir ki onlar, kendileri/ataları/şeyhleri/liderleri/ hocaları/mürşitlerinin de yanılabileceğine hiç ama hiç ihtimal vermez, bu yüzden de doğruya ulaşmaz veya doğru kararlar veremezler. Çünkü onlar, takva sahibi olmadıkları (sorumluluk bilinciyle hareket etmedikleri) için furkânı (iyiyi kötüden ayırt etme kabiliyetlerini, muhakeme yeteneklerini, basiret ve ferasetlerini) çoktan yitirmişlerdir.[2] Sonuç olarak, karışmış kafaların düzelmesi için sağlıklı tefekküre ve sahih dinî bilgilere ihtiyaç vardır. Bu karışıklığı gidermek için çaba göstermek yerine farklı düşünenleri susturmak yanlıştır. Bunun yerine yapılması gereken, sağlam, tutarlı, mantıklı, yerinde ve haklı sorular soranlara ikna edici cevaplar vermektir. İçinde öneri olan yapıcı tenkitleri dikkate almak ve hassasiyetle değerlendirmektir. Asırlardan beri devam edegelen yanlışları körü körüne savunmaktan vazgeçmek ve bunun ciddi bir vebal olduğunu bilmektir. Çünkü böyle yanlış bir tavır gerçek ilim/din adamına yakışmayan bir tavırdır. Bu itibarla, hatada ısrar edenlerin yanlışlarından dönmeleri kendi lehlerinedir. Çünkü karışmayan kafada hayır/iş yoktur. Aklını kullanmayan kişi de sefihtir.Kafasının karışacağı gerekçesiyle hakikatin sesini bastırmaya/boğmaya çalışan veya kulaklarını tıkayanlar ise bindiği dalı kesen ahmaklardır/eblehlerdir.
[1] en-Nisâ 4/20.
[2] et-Talak 65/2-5.