Öncelikle büyük felakette ebediyete intikal eden canlarımıza dualarımızla Allah’tan rahmet diliyoruz. Yakınlarının enkaz altındayken seslerini duyan veya sevdiklerinin yaşadıkları umudunu taşıyan, endişeyle kurtarılmalarını günlerce zor tabiat şartlarında yine umutla bekleyen, ellerinden bir şey gelmeyince de çaresizliğin, psikolojik ve uzuv kayıplarının yarattığı yıkımı yaşayanlar bulundukları ortamda hayatlarının normale dönüp dönmeyeceğini düşünemeden bile bu kahredici kaderin donduruculuğunu yaşıyorlar. Biz tüm Türkiye olarak bu gerçeği anlıyoruz ve onların acılarını yardımlarımızla paylaşarak sıcacık yaklaşımlarımızla biraz olsun hafifletmeye, onları ısıtmaya çabalıyoruz. Böyle bir felaketin acısının telafisi olabilir mi? Yaşam devam ettiğine göre, hedefimiz; bu ağır travmanın tanıkları olan çocuklarımıza, gençlerimize ve gelecek kuşaktaki torunlarımıza, emniyet, refah ve huzur içinde yaşayacakları bir vatan toprağı devretmek değil midir? Bunun en akılcı yolu gerçekten bilgili, yetenekli olan uzmanlarımızın hazırladıkları ve halen de geçerli olan deprem uygulaması yönetmeliklerinin Japonya ve Şili’de olduğu gibi taviz verilmeden uygulanması olmalıydı. Bunların uygulanması bu kadar zor muydu?
Aktif olarak 1999 Marmara Depreminde çalışan, tıbbi girişimlerle tedavilere yardımcı olan ve o dramı yaşayan biri olarak, yürekleri dağlayan hiç unutulmayacak deprem anılarımdan alınan dersler bize umut vermişti. Böyle bir çaresizliği hiç yaşamayacağımızı düşünmüştük, ümitliydik. Ama bu dersimizi hiç çalışamamışız, gelin görün ki bu kez daha fecisini yaşadık.
12 Şubat Kahramanmaraş’ın kurtuluş günüydü. Kurtuluşun sembolü olan Ede’ler yerel giysileriyle kan akıtıp şehitler veren ve Maraş’ı düşmandan kurtaran dedelerini temsilen tören geçidi yaparlardı. Ne yazık ki 6 Şubat’ta ise Ede’lerin gururla dolaştıkları ana cadde de Kurtuluş Gününde onlara ücretsiz yemek verme geleneğine sahip lokantaların hepsi yerle bir olmuşlardı. Maraş’lı hemşerilerimizin barışın, huzurun hüküm sürdüğü bir zamanda yurdun her yerinden yağdırılan yardımlar ile aşevleri kuyruğunda bir bardak sıcak çorba içmeyi beklemelerine kader diyebilir miyiz?
Kahramanmaraş’ın birinci derecede deprem kuşağı üzerinde olduğu gerçeğini “tabiri caizse” sağır Sultan bile biliyordu. Deprem felaketinin içler acısı sonucu evsiz ve barksız kalmış gariban kurbanların elbette korunacağı, himaye edileceği yerlerin sağlanması insani beklentilerdi.
Bu doğal ihtiyaçların karşılanması için ilk refleks olarak üniversitelerdeki yurtların boşaltılarak depremzedelere tahsis edilmesi ve üniversitelerde uzaktan eğitime geçilmesi kararının Yüksek Öğretim Kurumu’na (YÖK’e) sorulmadan uygulamaya konulması hiç akla gelmeyen bir çözümdü. Sonradan da bu kurumun YÖK yasasının gereğini yerine getirmek zorunda bırakılmasıyla, YÖK bu büyük felaket enkazının altında ezilmiş olmadı mı? Herhalde ümidimizi, geleceğimizi emanet ettiğimiz gençlerimizin eğitiminin aksatılmasından daha önce düşünülebilecek başka alternatiflerin acele etmeden araştırılması gerekmez miydi? YÖK’ün bu kararı onaylaması ile “Ö” harfindeki iki noktası göz önünden kayboldu, silindi ve YÖK, YOK olmadı diyebilir misiniz?
YÖK 1980 askeri darbesinin ürünüydü. Üzerinde çeşitli tartışmaların yapıldığı bir odak noktasındaydı. YÖK’ün kurulmasının amacı yüksek öğretimi planlamak, düzenlemek ve denetlemekti. Ayrıca eğitim ve bilimsel araştırmaları yönetmek, denetlemek görevini de yapacaktı. YÖK’ün asıl işlerinden biri de öğretim elemanlarının yetiştirilmesini ve planlamasını sağlamaktı. Sonuçta Prof. Dr. İhsan Doğramacı atandı ve çok uygun bir seçim olarak kabul gördü. O zamanlar Anadolu’da üniversite sayısı ve öğretim üyesi azdı. Akademisyenlerin pek çoğu üç büyük şehirde toplanmıştı. Anadolu’daki okulların kalkındırılması gerekiyordu. Doçentlerin profesör olmaları için iki yıllık rotasyona gitmeleri kararı verildiğinde kıyamet koptu. Bu atamalarda kayırmalar ve haksızlık yapıldığı ortaya atılarak, çok değerli eğitimci bazı hocalar üniversitelerinden ayrıldılar. Onlar “Proçent” olarak adlandırıldılar. Üniversiteler tam özerklik ve seçtikleri idarecilerin atanmasını istiyorlardı. Ayrıca YÖK idaresinin kişisel ve şekilsel yasak dayatmaları da duyuluyordu, işitiliyordu, örneğin, hiçbir zaman kabul edilemez sakal kestirme dayatması gibi. Bu nedenle ayrılan bilim adamları üniversitelerinde kalsalardı daha iyi olmaz mıydı? Geçmişe gidecek olursak, İnebahtı yenilgesinde kesilen sakalın daha gür çıkacağı düşüncesiyle Preveze Deniz Savaşı kazanılamaz mıydı?
Ağır eleştirilerden bir diğeri de YÖK’ün kurulacak yeni üniversiteler için verdiği izinlerde objektif kriterler arayarak, hatta adeta kılı kırka yararak izin vermesinin yarattığı sıkıntılardı. Bu konuda bir vakıf üniversitesinin yeni bir fakültesinin açılması iznini bekleyen ve birkaç yıl geciktirildiği yakınmasını yapan mütevelli heyeti başkanının “omurgasızlar” diyerek suçlamasının da canlı tanığıyım.
Prof. Dr. İhsan Doğramacı Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesinde Pediyatri hocamızdı. Kürsü Başkanı Prof. Dr. Bahtiyar Demirağ idı. O devirde Fakültede Cadillac otomobili olan iki hocadan biriydi. Diğeri de Prof. Dr. Nusret Karasu idi. Bu arabaların bir benzeri de başvekil Adnan Menderes’in makam aracıydı. Bahtiyar Hoca’nın haftada bir gün büyük viziti olurdu ve tüm kadro buna katılırdı. O vizit gününün sabahı arabasından inen hocayı kliniğin ana girişinde asistanlar iki yana dizilerek selamlarlardı. Genç öğretim üyeleri de bu törende bulunurdu. İhsan Hoca bu karşılamaya katılmazdı. Biz öğrenciler yukarıdaki hasta odası pencerelerinden izlerdik. Bir gün, büyük vizite katılan Doğramacı Hoca daima gülümseyen çehresiyle ve ellerini kavuşturarak Demirağ Hocadan izin istedi ve bizi Hacettepe Parkı yanında istimlak edilen bir arsaya yaptırdığı sekiz katlı Şaban Şifai Çocuk Kliniğine götürdü. Kendisi en üst katından bodrumuna kadar bebek ve çocuk hasta odalarını, yemekhanesini, her bölümünü gezdirdi. Hemşirelerinden personeline kadar mutluluktan gülümseyen yüzleri bize tanıttı. Gerçekten imrenilecek ve bizi çok etkileyen bir üniteydi, orada küçük konferans salonunda ABD’den yeni gelen, kısa beyaz ceketli ve papyon kravatlı Dr. Burhan Say’ın verdiği dersi İhsan Hocayla hep birlikte dinlemiştik. Dr. Say kısa bir süre sonra Doçent oldu. O tarihte Hacettepe ve Bilkent Üniversitelerinin temellerinin bu sembol bina ile atıldığını nereden bilebilirdik.
Daha sonraki YÖK başkanları Prof. Dr. Mehmet Sağlam, uzun yıllar görev yapan Prof. Dr. Kemal Gürüz ve daha sonra Prof. Dr. Erdoğan Teziç yasa çerçeveleri içinde yaptıkları gayretli çalışmalar sonucu uluslararası itibarlı dergilerde yayımlar yapan üniversitelerimiz, uluslararası değerlendirmelerde ülkemizi üst basamaklara taşıdılar.
YÖK başkanlarının görevleri arasında ÖSYM (Ölçme-Seçme ve Yerleştirme Merkezi) Başkanını ataması da vardı. Bu kuruluş, lise mezunlarını yüksek öğretime seçme ile dayanışma sağladı. Bu seçmenin gerekli mi gereksiz mi diye tartışmaya açılması zaman zaman gündeme geldiyse de bu sınavların emniyeti, güvenilirlik veya dürüstlüğünden hiç kimsenin asla bir kuşkusu olmazdı. Burada ÖSYM’nin ilk başkanı Prof. Dr. Altan Günalp’tan başlayan ve devam eden bu dönemlerdeki başkanlar da görevlerini başarılı bir şekilde şaibesiz devam ettirdiler. Tabii ki bu başarılı çalışmalarda YÖK ve ÖSYM yönetim kurulları ile birlikte bir ekip çalışması yaptıkları da unutulmamalıdır.
2547 sayılı Yükseköğretim Kanununa ve akademik yönden ona bağlı Teşkilat Yönetmeliğindeki 4. maddeye göre rektör adayı öğretim üyeleri tarafından seçimle belirlenir. Rektörlerin görev süresi dört yıldır. Ancak, “Süresi sona erenler iki dönemden fazla rektörlük yapmamış olmak kaydıyla yeniden rektör olarak seçilip atanabilirler.” YÖK’de tartışılması gereken bir konu da bu olmalı. Görevdeki rektör ikinci dönem için aday oluyorsa YÖK’ün tahsis ettiği yeni öğretim kadrolarının seçiminde yetki ve onay makamında son söz sahibi oluyor. Bu yeni atanacak öğretim üyeleri yapılacak rektörlük seçimlerinde etki altına alınabilir mi? Burada yine bazı dış kurumların zorlaması veya dayatması altında idareye sıkıntı yaratılabilir mi? Rahatsız eder mi? Yine mevcut kadroda bulunan öğretim üyelerine de seçim vaatleri yapılırsa ne olabilir? İkinci dönem rektör adaylığı mı yoksa tek dönem mi? Hangisi seçilmeli?
İçinde yaşadığımız büyük deprem felaketi bana bir üniversite rektörlük seçiminde on sekiz yıl önceki bir anımı hatırlattı. Bu anı da bugünkü durumda bir acıya dönüştü. Bir kısım öğretim üyelerinin tek kişilik özel odalarda oturmaları için, rektör seçimi öncesi vaatlere dayanarak binanın tadilatla bazı kolonlarının kaldırılması gündeme gelmişti. Bu konuda bölgenin birinci derecede deprem kuşağında bulunduğu hakkında verilen dilekçeye, denetim ekibi incelemesinden sonra binanın sağlam olduğu konusunda cevap alınmıştı. (Bu yazışmalar arşivde olmalıdır.)
YÖK 6 Kasım 1981’de Prof. Dr. İhsan Doğramacı tarafından kurulduğundan beri geçen 42 yıl sonra bile iyisi ile kötüsüyle hâlâ tartışıladurmaktadır. Cumhuriyetimizin birinci yüzyılında 1925-1929 arasında eğitim sistemimizin reformları ilk Milli Eğitim Bakanlarımızdan Mustafa Necati ile başlamıştır. Bu reformlar 1933’de Andımızın yazarı Milli Eğitimi Bakanı Dr. Reşit Galip’in Darülfünun tüm üniteleriyle kaldırılıp, yerine İstanbul Üniversitesinin açılması çalışmalarıyla devam etmiştir. Köy enstitülerinin mimarı ve dönemin İlk Öğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un çabalarıyla daha önce başlatılan projesi 1940’da Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel döneminde yasalaşarak tamamlanmıştı. Bize bu başarılı hizmetleri yapan ve yol gösteren örnek büyüklerimizin hepsini şükran ve saygıyla anıyoruz.
Atatürk’ümüzün “Ey Türk istikbalinin evladı!”, “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur” sözleri ile emanet ettiği evlatları olarak, birinci yüzyılın Cumhuriyeti’nin yaktığı ışıklardan elde ettiğimiz birikimleri ve deneyimlerini ikinci yüzyıla uyan biçimde taşıyabiliriz.
Birlik beraberlik içinde yetişmiş, yetenekli gençlerimizle kurulacak bir milli eğitim konseyi YÖK için ortak projeler üretebilir. Konusunda uzman olan geleceğimizin teminatı gençlerimize güveniyoruz.
Başımıza gelen felaketin yaralarını onarmaya çalışırken, insan umutla yeni bir ufuk açmanın yollarını arıyor. YÖK’ün geleceğini gündeme getirmenin zamanı değil midir?
3 yorum
Yaşanmış anıları, anımsattığınız için teşekkürler. Eskiden kurumlar ve başlarında bulunanların, toplum hafızasında bir yeri ve çok önemli değerleri vardı. Söyledikleri dikkatle dinlenir ve izlenirdi. Şimdiki rektörler, konuşmadan önce yukarıya bakıyorlar. YÖK ve ÖSYM başkanlarının adını bilen bile çok az. Üç gün sonra onlar da unuturlar. Liyakat ve kalitenin yerini kantite almış. Bilenler sunarken, bilmeyenler önlerine konulanları okuyarak toplulukların önünde, konuştuğunu sanıyor.
Teşekkür ederim. Bana da birçok geçmiş olayı hatırlattınız. Bir değişime kesinlikle ihtiyaç var. Ancak sadece YÖK’e ait bir düzenlemenin yeterli olabileceğini sanmıyorum.
Değerli yorumlarınız için teşekkürler hocam