Salgın ve hastalıkların soğuk sularından uzaklaşıp azıcık da sıcak konulardan bahsedelim istiyorum.
Güzel bir kasım sabahı…
Ve güzel şehir Bursa’nın tam merkezindeyim. Ulucami’nin yanından geçip Heykel olarak bilinen meşhur caddeye çıkıyorum. Sonra da güneye, yani Uludağ’a doğru yokuş yukarı yürüyorum.
Tahtakale Meydanı’nda taburelere oturmuş, sıcak çayını yudumlarken sohbet eden ihtiyarlara özeniyorum. Manavından camcısına, nalburundan fırınına mahallenin ihtiyacını görecek neredeyse her türden dükkân var burada. Modern çağın soğuk konforundansa şimdi burada, iç içe geçmiş bu salaş dükkânların arasında dolaşmak daha mutlu hissetmeme neden oluyor. Ve yola devam ediyoruz…
Yolumun üstünde Veledi Veziri Camii ve Somuncu Baba Vakfı’yla karşılaşıyorum. Fazla oyalanmadan yürümeye devam ediyorum. Şimdi de Pınarbaşı mezarlığındayım.
Dünyanın gürültü ve kargaşasından yalıtılmış bu sessiz ve sakin köşede, tatlı bir hüzün ama derin bir huzur hissediliyor. Kördüğüm olmuş trafiğin tek çözümüymüş gibi kulak tırmalayan klaksonlar, birbirine çemkirenler, höykürenler, küfürleşenler yok burada. Gürültülü bir telaşla sağa sola koşuşturan insanlar da yok. Asırlık çınarların altında, yeşillikler arasındaki mermer kabirler içinde yatan insanların huzuruna özeniyorum. Ama kendilerine eşlik etmek için acelem yok şimdilik.
Devam ediyorum yürümeye. Şimdi de sağımda masalsı bir park var: Pınarbaşı Parkı…
Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk mesire alanı, Evliya Çelebi’nin deyişiyle en önemli hayat suyunun aktığı yer burası. Devasa çınarların kuruyan ve dökülen yaprakları yerleri kaplamış. Farklı zamanlarda toprakla buluşmuş yapraklar altın rengi, turuncu, kahverengi ve gri renklerden bir harmoni oluşturmuş. Banklardan birisine oturup bu güzelliği doya doya seyrediyorum. Yeterince dinlendiğimi hissedince kalkıp yoluma devam ediyor ve sağa kıvrılıyorum.
Sonunda geldim. Zindan Kapı girişinden Hisar’ın içine dalıyorum. Daracık sokakların çevresine dizilmiş evlerin arasından ilerliyorum. Halk arasında “Hisar” olarak anılan bu bölgeyi özel kılan yalnızca şehrin ilk yerleşim yeri olması değildir. Geçmiş uygarlıkları hatırlatan kale duvarları ve kapılarının yanı sıra asırlar öncesinden kalmış cami, türbe ve Bursa evlerinden en güzel örnekleri görebilirsiniz burada.
Bir zamanların cumbalı güzel kâgir evleri restore edilerek eski ihtişamına kavuşturulmuş. Bu eski ve rengârenk yapılar çocuksu bir neşeyle dolduruyor içimi.
Devam ediyorum yürümeye ve on dördüncü asırdan kalma Kavaklı Camii çıkıyor karşıma. Ve yanında Haraççıoğlu Medresesi…
Daha girişte insanı çarpan bir güzelliği vardır bu mekânın. Rengârenk taşlar ve tuğlalarla şekillendirilmiş duvarlardaki kusursuz denebilecek estetik gözlerinize ziyafet çektirir.
Nereden baksanız üç buçuk kilometre yürümüşüm. Şimdi bir istirahati hak ediyorum sanırım. Şehrin en kalabalık caddelerinden uzaklaşıp sessiz sakin bir ortamda oturmak ve keyifle kahvenizi yudumlamak istiyorsanız burası harika bir seçenektir. Kumun üzerine yerleştirilmiş bakır cezvelerde hazırlanan Türk kahvesi, en orijinal ve leziz haliyle karşınızdadır.
Asırlar önce Kaldi’nin keçileri zıvanadan çıkmasaymış, belki de bu lezzetle hiç tanışmayacakmışız. Tarih ya da efsane, ne derseniz deyin. Rivayetlere göre keçi çobanı Kaldi fark eder ki, keçileri bir ağacın meyvesini yedikten sonra enerjik, neşeli, kıpır kıpır ve biraz da zıpır olurlar. Üstelik, bu meyveleri yedikten sonra uykuları da açılan keçiler geceleri de pek uyumak istemezmiş.
Kaldi, bu sıra dışı buluşunu yakınlarda bulunan Sufi dervişlerle paylaşır. Kendisini dinleyen fakat meseleyle çok da ilgilenmeyen bir derviş eline tutuşturulan kahve çekirdeklerini ateşe atar. Fakat…
Kahve çekirdekleri ateşte kavrulmaya başlayınca ortalığa hoş bir rayiha yayılır. Bunun üzerine derviş de ikna olur. Böylece kalan kahve çekirdekleri öğütülüp sıcak suyla kaynatılır. İşte size muhtemelen yeryüzünde demlenen ve içilen ilk kahvenin öyküsü…
Kahvenin sadece keçilerin değil dervişlerin de uykularını açtığı ve zinde tuttuğu görülünce, bu leziz içecek önce Yemen ve Arabistan’a, sonra da tüm dünyaya yayılır. Kesin bir tarih vermek zor ama bahse konu hikâyenin altıncı ile dokuzuncu asırlar arasında bir zaman diliminde geçtiği tahmin edilmektedir.
Osmanlı İmparatorluğu Yemen’e doğru genişledikçe, atalarımız da kahveyle tanışmışlar. Kanuni Sultan Süleyman’ın Yemen Valisi olan Özdemir Paşa, lezzetine hayran kaldığı kahveyi İstanbul’a getirmiş ve sarayı kahveyle tanıştırmış. Kahve Yemen’den, porselen fincanlar da Çin’den gelir ve bu muhteşem ikili Osmanlı topraklarında buluşur.
İşte şimdi burada, bu harika bahçede otururken üzerinden bin yıldan daha uzun süre geçmiş iki keşfi bir araya getirebilirsiniz. Güzel bir porselen fincanda ikram edilen mis kokulu, bol köpüklü leziz kahveyi yudumlayabilirsiniz. Bu kadar da değil…
Kahve fincanınızın yanında şirin bir kâsede minik gül lokumları ve elbette bir bardak da su ikram edilir. Böylece muhtemelen uzunca bir süre aklınızdan çıkmayacak bir kahve keyfi yaşamış olursunuz.
Bol köpüklü kahve tadında bir yaşam dileklerimle…
1 yorum
Teşekkürler sanki ben de dolaştım aynı mekanları özlemişim.Osmanlıya kahve ilk geldiğinde haram hükmü verilmiş ve gemilerden tonlarca kahve denize dökülmüş diye biliyorum.