Paris’te, 19. yüzyılın ortalarında havagazı lambalarıyla aydınlatılmış ışıl ışıl bir sokak. İnsan yüzlerini yalayan tatlı sarı ışıkta yükselen kahkahaların hizmetinde, jilet gibi giyinmiş garsonlar koşuşturmakta. Kadınlar türlü ipekli kumaşlarla süslenmiş, erkekler ise takım elbise, kravat ve papyonlarının tamamlayıcısı olarak silindir şapkalarıyla oturmakta.
Uzun bir gün geçiren iki aşık, yeni açılan bulvarlardan birindeki bir kafeye otururlar. Salon, duvarlarındaki yaldızlı resimleri ve görgüsüz, parlak dekoru ile “pisboğazların hizmetine konulmuş” bir yerdir. Aşıklar, akşam yeni başlarken, Paris sokaklarındaki yeni havagazı lambaları yanmaya başlarken kafeye girerler ve bulvara bakan ön cama yakın bir masaya otururlar. Aralarında konuşmaya başlayacakları sırada bulvardan geçen yoksullardan olan kırk yaşlarında, sakalı karışmış bir baba, iki elinde iki küçük erkek çocuk ile gelir. Camın önünde durarak içeriye, zengin dekorlara, eşyalara ve duvarlardaki mitoloji sahnelerine bakarlar. Hepsi de paçavralar içinde bu üç insandan baba olanı, içeriye bakan gözleri ile sanki “Ne güzel! Ne güzel! Yoksul dünyanın bütün altınları gelmişler de bu duvarlara yerleşmişler…” der gibidir. Çocuklardan birinin gözlerinde ise “Ne güzel! Ne güzel! Ama ancak bizim gibi olmayanların girebilecekleri bir yer burası…” diyen bir ifade vardır. En küçüğünün gözleri ise “şaşkın ve derin bir sevinç” ile doludur.
Bu durum karşısında, “gözler ailesi” ile karşı karşıya olmaktan utanmaya başlar Charles Baudelaire. O ara gözlerini sevgilisinin gözlerine çevirir ve “onlarda kendi düşüncelerini bulmak ister…” Ne var ki, şair o zamana dek “ayın ruhu esmiş” gibi görünen sevgilisinin gözlerinde bu aradıklarını bulamaz. Sevgilisi camdan bakan yoksulların “araba kapıları gibi açılmış gözlerinden” rahatsız olduğunu söyler ve Baudelaire’den hizmetlerine bakan garsonların bu insanları uzaklaştırmalarını diler.
Ve şair bir daha görmek istemez sevgilisini. Ne var ki, onun niçin terk ettiğini şiirinin sonunda, sanki ona sesleniyormuş gibi yazdığı şu tümce ile açıklar: “Anlaşılmak böylesine güçtür işte, düşünceler böylesine birleşmez şeylerdir sevgili meleğim, sevişenler arasında bile…”
Çevirisi ülkemizde Tahsin Yücel tarafından yapılan ve Baudelaire’in 1862’de tamamladığı, ancak ölümünden iki yıl sonra yayımlanan Paris Sıkıntısı (Le Spleen de Paris) isimli eseri, düzyazı şiirin dünya edebiyatındaki en önemli eserlerinden biridir. Şair, günümüz toplumuna ışık tutarcasına insanlar arasındaki ilişkilerin “aşk” söz konusu olduğunda bile onların davranışlarına hakim olan dış dünya, toplumsal çevre veya toplumsal konum tarafından belirlendiğini vurgular.
Kültürel çevremizi kuşatan sosyal medyanın tüketicisi, aynı zamanda içerik üreticisi yeni tip insan modelinin kökenine bir yolculuktur Charles Baudelaire. Bizlere, günümüzde kültür endüstrisi ile yaşadığımız sorunların nerelere uzandığını işaret eder. Paris gezisini binlerce selfie ile belgeleyip, sonra da “ay sokaklar leş gibi” diye hayıflanan günümüz gezginleri, Paris’te aşkın peşinden o kadar çok koşarlar ki aşkı ıskalayıp geri dönerler. Rahmetli hocam, çok değerli iletişim bilimci Prof. Dr. Ünsal Oskay, Kitle İletişiminin Kültürel İşlevleri isimli eserinde, Baudelaire’i bu enfes düzyazı şiiriyle anlatırken, sanayi devriminden sonra tüm dünyaya yayılan kapitalist üretim ilişkilerinin metalaştırıcı etkinliğinin, fantazya üretimini toptan satışa elverişli yeni formlara sokarak daha da arttırdığının altını çizer. Sanayi kapitalizmiyle birlikte değişen sadece toplumsal yaşam değil, iletişim teknolojilerindeki gelişmeler sonucunda, kültür endüstrisinin sanatsal üretimi ele geçirmesidir de.
Sevgilisinin fakirlere karşı duyduğu nefreti gözlerinden okuyan ve bu dünyanın yapmacıklığını içine sindiremeyen, kalabalıkların içindeki yalnızdır Charles Baudelaire. Paris sokaklarında dolaşırken 19. yüzyılın ortalarında, kendini Türkçe karşılığı “avare gezinen” anlamına gelen flâneur ile tanımlar. Baudelaire, Le Figaro gazetesinde yayımlanan “Le Peintre de la Vie Moderne-Modern Hayatın Ressamı” isimli makalesinde kullanır ilk kez bu kavramı. Sanayi devrimini izleyen dönemde, toplumsal eleştiriyi kalabalıkların içinden yapan ve günümüzdeki kitle toplumuna 1860’lardan endişe dolu gözlerle bakan Fransız entelektüel Charles Baudelaire; şair, yazar ve aynı zamanda sanat eleştirmenidir.
Çoğunlukla dış hatlar terminalinde, havalı bir kafede, pasaport yaprakları arasında görüntülenen boarding pass (biniş kartı) fotoğrafının kral tacıdır Paris’teki demirden kule Eyfel. Bu demir yığınıyla, Instagram ya da Facebook’ta “check-in” yapabilmenin ekonomik karşılığını tahmin etmek zor; ancak çoğunlukla gelin – damat fotoğraflarındaki endişeli bakışlar bize alaca taksit kuşağı hakkında bilgi verir niteliktedir. Sosyal medyada “neşeden ölen insanlar topluluğu”, online seyahat platformları tarafından puanlanan restoranlarda yediğini belgeleme ve sergileme arzusuyla “biftek ve patates kızartmasını” soğuturken, Charles Baudelaire’in hayaleti melankolik gülüşüyle geçer yanlarından… Ne de olsa kimse Paris’te olduğunu Charles Baudelaire sokağının tabelasıyla belgelemek istemez. Kitle kültürünün tek boyutlu insan figürünün, daha gezecek çok fabrika satış mağazası var Paris ve çevresinde.
Oysaki, çoğunlukla düzyazı şiirlerini kaleme alırken, gelecekte gerekli bilişsel düzeye ulaştıklarında okurları anlamı çözümleyebilsin, içeriği açımlayabilsin diye metaforik ifadeleri kullandı Charles Baudelaire. İçinde bulunduğu yüzyılın toplumsal değişim ve dönüşümüne eşlik eden hüzün, kalp ağrısı, hayal kırıklıkları şiirlerinde hayat buldu. Sanayi devriminin izlediği toplumsal değişim Paris’te bulvarlardan mağazalara, havagazı ile aydınlatılan sokaklardan ışıltılı kafelere dek Baudelaire tarafından gözlemlenirken, gelecek günlerin getirdiğinin de insanlar için kalabalıklar içinde yalnızlık olduğu anlatıldı.
Günümüz kültür endüstrisi ürünleri, mutluluk reçetesinin formülünü medya tüketicilerinin kulağına fısıldarken zorlama yoktur; rıza tatlı tatlı imal edilir. Reklam endüstrisi ile koyun koyuna yaşamını sürdüren televizyon içerikleri, yaşam pratikleri sunarken izleyici – dinleyici kitlesinin cebindeki paraya bakarak ayrım gözetmez. Pırlanta mutluluğun ön koşuludur, oysa değerli taşlar ve madenler, Thomas More’un Ütopya’sında sadece suçlulara takılır. İflah olmaz bir liberal feminizm sloganı “çocuk da yaparım kariyer de”, kültür endüstrisi söyleminde yüceltilir ve “süper kadın” figürü ilmek ilmek işlenir. Zizek’in söylediği gibi, hiç de ihtiyacımız olmayan bir plazma televizyonu, sırf karşı komşumuzu kıskandırmak için alırız. O televizyonun kutusu apartman boşluklarında günlerce sergilenir. Artık eşyaların işlevi değil temsil ettikleri anlam önemlidir; insanın gözlerindeki anlam kaybolurken beden denen kabuğun değeri yükselir. Kabuğu süslemek için güzellik endüstrisi devreye girer. Bedene yatırım yapmak kadar artık sergilemek de önemlidir. “Spor salonuna giderek bu vücuda dünyanın parasını yatırıyorum” mesajı, düğmeleri patlayacakmış gibi duran atletsiz gömlek ve son olarak sünnet düğününde giyilen pantolonla dolaşarak verilir. Mum yakmadan, ördek sürahi ve supla olmadan sofraya oturmayan, banka kredisi çekmeden düğün yapmayan “neşeden ölen insanlar topluluğu”nun pause düğmesi var mı?
Sevginin hayatta her şeyden önce geldiğini, kabuğa değil öze ve manaya bakmamız gerektiğini küçük bir öğrenciyken, felsefe derslerimizin kahramanı Selma Hocamız anlatmıştı. Kendisi gibi öğretmen eşiyle evlendiğinde, maaşları ancak bir ev kiralamaya bir de şilte almaya yetmiş. Ancak gönüllerindeki sevgi deniz olup taşınca, üzerinden martı da, bulut da, vapur da eksik olmamış.
Tek amacı kâr elde etmek olan, bu yönüyle de herhangi bir işletmeden farkı kalmayan, şirketleşmiş (corporate) medya diye adlandırdığımız yapılar bu yönleriyle haber ağlarından hedef kitleye akan haberlerin içeriklerini etkilemektedir. Aynı sermayenin farklı alanlarda mülkiyet kazanımı (gazete, dergi, kitap yayımcılığı ile birlikte televizyon, radyo, CD üretimi, otomotiv, finans vb.) olarak tanımlanan çapraz mülkiyet, uluslararası iletişim alanında da yoğun olarak gözlemlenmektedir.
Uluslararası iletişim alanında söz sahibi olan şirketlerin sahiplik yapısı incelendiğinde, medya kuruluşlarının mali ve idari yapısının, havacılık, otomotiv sanayi, nükleer enerji, petrol, kömür, sigortacılık, telefon gibi sektörlerdeki dev firmalarla iç içe geçtiği dikkat çekmektedir. Bu gruplar, yalnızca ulusal veya yerel değil, dünya çapında küreseldir. Günümüzün modern hiper şirketleri, yoğunlaşma mekanizmalarıyla her kıtanın pek çok farklı ülkesindeki çeşitli medya sektörlerini ele geçirmişlerdir. Böylece, ekonomik ağırlıkları ve ideolojik önemleri sayesinde liberal küreselleşmenin merkezi aktörleri haline gelmişlerdir.
Kültürel farklılıkları dikkate alır gibi yapan ancak tek amacı kâr elde etmek olan kültür endüstrisinin en nadide ürünü, tüketim çarkına sürekli katkıda bulunan tek tip insan modelidir. Söz konusu sürecin sonunda ulaşılan nokta şudur: Medya “dördüncü kuvvet”, bir başka deyişle ifade özgürlüğünün koruyucusu olma özelliğini yitirmiştir. Şirketleşmiş medya için önemli olan diğer tüm şirketlerdeki gibi girişim özgürlüğünün güvence altına alınması, dolayısıyla daha fazla kâr elde etmektir.
Ha bu arada unutmadan söyleyeyim, sırf Leylâ’nın mahallesini koruyor diye sokak köpeğinin başını okşayan Mecnun’a selam olsun…