Bu yazıma, Güftesi, Şayeste Hanım’a ait olan, Muzaffer İlkar tarafından, Hüzzam makamında Curcuna usulü ile bestelenmiş muhteşem bir eserin anlamlı sözleri ile başlamak istiyorum.
“Kalbime koy başını doktor, nabzımı bırak.
Gülen gözüme değil, ağlayan gönlüme bak.
Bir an yaşa ruhumda, gör çaresi ne uzak.
Gülen gözüme değil, ağlayan gönlüme bak.”
Evet, çok anlamlı değil mi! Acaba, bırakın hastasının kalbine başını koyup onun iç dünyasına girerek, onu anlamaya çalışan doktoru, hastasının nabzını tutan kaç meslektaşımız kaldı ki! Yazık, çok yazık… Bazı özellikli branşlar hariç, hastasının nabzını tutan hekimi ara ki bulasın.
Oysa ki, tıp fakültelerinde yıllardan beri, “Her ne sebeple olursa olsun, muayeneye gelen her insanın, ateşinin, nabzının ve tansiyonunun ölçülmesi, o hastanın en tabii hakkıdır” kaidesi öğretilmektedir. Kırk yıldır, bunu böyle öğrendik, böyle bildik ve böyle öğrettik.
Anamnez ve fizik muayenenin, genellikle teşhisin, en az yüzde yetmişini oluşturduğunu, diğer tetkiklerin, teknolojik imkânlar ne kadar gelişmiş olursa olsun, tamamlayıcı işlemler olduğunu, hatta temel tedavinin, esasında hastanın anamnezinin alınması ile başladığını, insanın bir iç dünyasının olduğunu, her ne tür rahatsızlıklar olursa olsun, bu iç dünyanın birçok fırtınalar ve metamorfozlar yaşadığını, belli oranlarda ruhsal değişkenliklerin ve bozuklukların ortaya çıktığını, hasta psikolojisinin çok iyi bilinmesinin gerekliliğini, bütün bu nedenlerden dolayı, hasta ile iletişim kurarken, anamnezini alırken bile, ten, göz ve ruh temasının ve iletişiminin ihmal edilmemesini öğrettik ve bütün bunların önemini vurguladık.
Bu arada, bu temasları ve bu tıbbi iletişimi kuracak hekimin, giyim-kuşamı, davranışı, ahlaki yapısı, oturması, kalkması, bilgisi, tecrübesi, hastaya yaklaşımı, konuşma tarzı, temizliği, nezaketi, nezafeti, zarafeti, nezaheti ve feraseti üzerinde durmak istemiyorum. Zira, meslektaşım olduklarına maalesef, bin şahidin gerektiği kişilerin varlığı, “Men dakka, dukka” ve “Men lem yerham, la yurham” prensipleri çerçevesinde, ister istemez, son yıllarda başımıza gelenlerin müstahaklılığını akla getirmektedir!
Diğer taraftan, üzülerek belirtmeliyim ki, aklının, fikrinin, bilgisinin ve tecrübesinin ışığında hareket etmesi ve hastasının teşhis ve tedavisini planlaması gereken hekim, genellikle teknolojinin ve aletlerinin esiri olmuş durumdadır.
Hastasının, bırakın nabzını tutmayı, tansiyonunu ölçmeyi, yüzüne bile bakmadan, gerekli-gereksiz, ne amaçla istediğini bile bilmeden, çarşaf gibi bir laboratuvar tahlil istek listesini ve pahalı tetkikler içeren radyolojik ve girişimsel inceleme talep formlarını ellerine tutuşturarak hekimlik yaptıklarını zannetmektedirler.
Bütün bunlar, meslektaşlarımızın haklarını savunurken, bu hususlarda kalem oynatırken, bize layık görülen uygulamaları eleştirirken ve bu amaçla konferanslar verirken iç dünyamda fırtınalar koparıyor ve mesleki olarak “Nerede yanlış yaptık?” sorusuna cevap bulmakta zorlanıyorum.
Bir anlamda “CEMRE” olarak gördüğüm “HEKİM”i anlatan bir rubai (Nefes, Eser Ofset, Sayfa 73, 2010) ile yazımızı bitirelim.
CEMRE
Ya geceye örtüsün, ya da ışık sabaha.
Ya bahara nefessin, ya da hayat mubaha,
Ya zulmete rahmetsin, ya da muhtaca nimet.
Ya toprağa cemresin, ya da tövbe günaha.