Tarih boyunca kılıcın, kelimelerle hayat bulan, eleştiri ve noktalama işaretleri ile tecrübe ve etkinlik kazanan kalemden daha keskin olduğu iddia edilse de, sonunda hep kalemin galip geldiği, kılıca, ondan daha keskin olduğunu kabul ettirerek boyun eğdirdiği, kılıcın, istemese de hatasını kabul etmek mecburiyetinde kaldığı bilinen bir hakikattir. Zira kelem, eleştiriyi, aklı, sabrı, tahammülü, hoşgörüyü, hakikati, ilmi ve tecrübeyi, kılıç ise, tahammülsüzlüğü, hoşgörüsüzlüğü, egoyu, hırsı, aceleciliği, tecrübesizliği ve bir anlamda da korkaklığı temsil eder. Tarihin çöplüğü, Sokrat’ı katleden, Bruno’yu yakan, Galileo Galile’yi idama mahkûm eden ve daha nice eleştirilebilme erdeminden yoksun korkak zihniyetlerin vermiş oldukları karar müsveddeleri ile doludur. Nitekim eleştiriden korkanların ulaşabilecekleri ve etkileyebilecekleri kitle sadece iletişim kurabildikleri insan topluluğudur. Oysaki eleştiriye açık olanların etki alanı tüm kâinattır.
Eleştiri, bir anlamda tecrübe ile birlikte hareket eder ve gerçeğin, bilimin dolayısı ile kalemin gücünü ortaya koyar. Gazi Mustafa Kemal Atatürk, “İlim tercüme ile değil, tecrübe ile olur” derken, kolaycılığı ve süfliliği reddederek, kalemin gücüne atıfta bulunmuştur.
Kelimeler ve noktalama işaretleri, bazen kalemi acı ve elem veren bir kırbaca, bazen de dünyanın en etkin silahı haline çevirir. Bir kelimenin, bir ünlem işaretinin ve bir virgülün yaptığını, bazen hiçbir silah yapamaz. Zira bunlar, ustasının elinde, kalemi sivriltip daha nafiz, bileterek de kılıçtan daha keskin yapar.
Kalem büyük bir oranda enerjisini eleştiriden alır. İlk bakışta acı ve huzursuzluk verdiği zannedilen eleştirilerin, akl-ı selim sahiplerince, makul sınırlarını aşmış olsa da, sonunda haz ve güce dönüştürüldüğü bir gerçektir. “Beni öldürmeyen acı, ancak beni daha güçlü kılar” diyen Nietzsche’nin de, bu gerçeğe parmak bastığı düşüncesindeyim. Oscar Wilde de, “ne zaman insanlar benimle ayni fikirde olsa, hatalı olduğumu düşünürüm” ifadesi ile, eleştirinin gerçeğe giden yolda ne kadar önemli bir basamak olduğunu vurgulamıştır.
Doksanlı yılların başında, beni siyasete ve politikaya davet eden zamanın Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın, o dönemde bana çok cazip gelen ve beni aşırı derecede heyecanlandıran bu harikulade teklifini, o zaman hayatta ve aktif görevde olan, kendisinden hiç bir zaman “aferin” alamadığım, beni hep daha iyiye daha ileriye sevk eden, mükemmeliyetçi, yaşıyla asla bağdaşmayacak derecede enerjik ve müspet anlamda bir eleştiri ustası olan Babama götürdüğümde, bana, gerekli nasihatlerde bulunduktan sonra, özetle “Sayın Turgut Özal’ın veya bir Cumhurbaşkanının Babası olmaktan ziyade, Aristo, Newton, Eistein, İbn-i Sina ya da Gazali gibi insanlığa, bilime ve tarihe ışık saçarak damgasını vurmuş bir âlimin babası olmayı tercih ederim” diyerek, bana, başaramasam dahi bu yolda yürümeyi önermiş, ilmin dolayısı ile kalemin daha ehemmiyetli olduğunu ifade etmiştir.
Burada bir anıma daha yer vererek, bitirmek istiyorum. Yaklaşık elli yıl önce, daha ilkokul çağlarında bir çocuk iken, Karadeniz Bölgesinin silaha olan düşkünlüğü ve sevgisi beni de etkilemiş, o heyecanla babamdan bana bir silah almasını istemiştim. Babam bu dileğimi memnuniyetle karşılamış ve akşam eve geldiğinde, özenle paketlenmiş bir kutuyu “oğlum, işte sana istediğin silahı aldım” diyerek bana vermişti. Kutuyu sevinçle açtığımda, içerisinde bir dolmakalem olduğunu gördüm. Sevincimin birden hüzne dönüştüğünü fark eden babam “Dünyanın en güçlü silahı kalemdir, bunu iyi kullanırsan seni kimse yenemez” diyerek, kalemin temsil ettiği ilmin ne kadar ehemmiyetli olduğunu bana, tarihten örnekler vererek, çok geniş bir şekilde anlatmıştı. Halen o kalem, en kıymetli hediyelerim ve ödüllerim arasındaki mümtaz yerini muhafaza etmektedir. Kendisini ve Özal’ı rahmetle anıyorum.