Bu hafta, ilk bölümü hayal mahsulü olup huzursuz bir rüyadan uyandıktan sonra anlatılan sanal hikaye mertebesindeki bir yazı ile ikinci bölümü de ülkemizin gözbebeği olan bir kurumun yönetimine ilişkin düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyordum, fakat Yazı İşleri Müdürümüz Soner Abacı’nın ikazı üzerine yazıyı üçe bölmek durumunda kaldım. Bu yeni düzenlemeye göre, yazının birinci bölümü ve ikinci bölümünün bir kısmı her ne kadar hayal mahsulü olsa da ikinci bölümünün bir kısmı ile üçüncü bölümü gördüklerim ve yaşadıklarımdan oluşan deneyimimin bir süzgeçten geçirilerek sunulmasıdır. Bu karışıklıktan dolayı okuyucularımın beni bağışlayacağını umuyorum.
Yeri gelmişken, bir başka “kalıtım” modelini de sizlerle paylaşarak bildiğiniz bir hususu hatırlamanıza yardımcı olmadan geçemeyeceğim. Kalıtım ya da “tevarüs”, önceki kuşaktan sonraki kuşağa aktarılan tüm birikimleri anlatmak üzere kullanılan bir terimdir. Diğer bir deyişle anne-babadan çocuklara aktarılan her şeydir. Örneğin, anne-babadaki mavi gözlülük ya da bir kalıtsal hastalık yapan gen çocuklar tarafından alınır ya da kalıtılır ki bu gen çocuklar tarafından “tevarüs edilmiş” olur. Keza anne-babanın taşınır ve taşınmaz mal varlıkları da mirasçıları olarak çocuklar tarafından “tevarüs edilir” ya da kalıtılır. Onun için ben “genetik bilimi ne zaman başlamıştır?” şeklindeki soruya Tıbbi Genetik kitabımda “Adem ile Havva’dan beri” diye cevap veriyorum. Çünkü doğan çocukları Habil için “kime benziyor” dedikleri an genetik bilimi başlamış demektir. Bu açıklama, işin kalıtsal yapıya ilişkin kısmı ile ilişkilidir. Fakat bir de toplumların önceki kuşaklardan “tevarüs ettikleri” bilgi birikimi ve alışkanlıkları vardır: Kültür, hars, ekin. Onun için kalıtım ya da tevarüs yalnızca genetik biliminde değil hukuk, edebiyat, sosyoloji gibi pek çok bilim dalında kullanılagelen bir terimdir.
Bu girişi niye yaptığımı merak etmişsinizdir. Medimagazin’in 26.02.2007 tarihli nüshasındaki sayın Doç. Dr. Şahin AKSOY ve 02.04.2007 tarihli nüshasındaki Başyazarımız sayın Prof. Dr. Hikmet AKGÜL’ün, Eskişehir Sakarya gazetesinin 03.05.2007 tarihli nüshasındaki sayın Prof. Dr. Rıdvan KARLUK’un yazılarını ve sayın Prof. Dr. Tahir HATİPOĞLU’nun “Karikatür Üniversite” adlı kitabını okuduktan sonra, benim de üniversitelere ilişkin gördüğüm bir rüyayı ve daha sonraki bölümde de hayal olmayan somut düşüncelerimi yazabileceğim aklıma geldi. Sayın Aksoy gibi ben de hemen açıklamalıyım ki üniversitelere ilişkin bu senaryo tamamen sanaldır ve Türkiye’deki herhangi bir kişi, kurum ya da kuruluş ile ilişkisi yoktur. Olaylar, kişiler ya da kurumlar ile benzerlik gösterse de bu senaryo tamamen hayal mahsulüdür, hiç kimsenin kendi üzerine almaması gerekir.
Rüyalar ülkesindeki üniversitelerde rektör seçimleri yaklaşınca bir şenlik, bir bayram havası başlar. Rektör adayları kimi zaman çocukça, kimi zaman doyurucu, kimi zaman da üniversite ve ülke sorunlarına çözüm getirici propaganda çalışmalarına başlarlar. Bu bayram havası propagandanın güzel yönü, bir de kibar deyimi ile etik olmayan yönü vardır ki o koca koca kişilerin davranış ve eylemleri hem insanın midesini bulandırır hem de pek çok insana en insafsız iftiralar atılmaya başlar. Bu sırada, “gayri ahlaki” yöntemi benimsemiş olanlar her yolun mübah olduğu bir anlayışla ulusal basını bile kullanırlar. Örneğin, en güçlü adayın bizatihi kendisiyle hiçbir alakası olmayan, sadece bir yakınının adının geçtiği ve fakat onun da ilgisinin olmadığı mahkeme kararıyla kanıtlanmış ve yıllar önce sonuçlanmış olan bir olay, sanki o gün olmuş gibi pişirilen ve gazeteci deyimi ile bir “bayat” haber seçim sabahı sürmanşet ortaya çıkarılıverir. Sabahleyin erkenden de oy vereceklere tek tek telefonlar edilerek, gazeteyi okumadan oy kullanmamaları öğütlenir. Ama bu haber niye yayımlanır, finansmanını kim ya da kimler karşılamaktadır, bu hizmet karşılığında ödenecek “diyet” var mıdır yok mudur, bütün bunların hesabı hiç sorulmaz: Tam bir komedi, tam bir Bizans oyunu.
Rüyalar üniversitesindeki o üniversitede artık seçim yapılmış, aldıkları oylara göre ilk altı aday belirlenmiş ve isimler bir üst organa gönderilecektir. Bu organ da aday sayısını yarıya indirecektir. Bir başka yarış da burada başlamaktadır. Eş-dost, konu-komşu, akraba-hısım, partili-partisiz, asker-sivil, ilgili-ilgisiz, zengin-fakir, esnaf-tüccar, ayakkabıcı-gömlekçi, vs-vs, bu arenada herkesi görebilirsiniz. Bunların bu ortamda işleri ne demeyiniz, çünkü “gayri ahlaki” yöntemi kullanmaya başlamış olanlar için bunlar da mübahtır. Hele bir de mevcut yönetimle arası iyi olmayan adayların vay haline: Ne uyduruk dokümanlar yukarılara gönderilerek istenmeyen adaylar elimine edilmeye çalışılır. Hele hele “derebeylerinin beyi” ile aranız yoksa ya da hakkınızda yalan yanlış bilgiler almışsa ya da kendi meşrebine uygun birisi değilseniz, aldığınız oy ya da kişiliğiniz ve çalışma hayatınız hiç önemli olmaz, elenirsiniz. Hazırlanan üç kişilik liste atanmak üzere ilgili makama götürülür, fakat bu sıralamada üniversitelerde alınan oylar hiç önemli değildir.
Bir süre sonra ilgili üniversiteye, amca-dayı, hala-teyze, eş-dost propagandası da yapılmış olan “amaca uygun” bir kişi, üniversiteden aldığı oy oranı çok düşük de olsa, rektör olarak atanır. Artık bir tanesi sağlam kalacak olan “yumurtaların çarpıştırılması” aşamasına gelinmiş olur. Bundan sonrası ise “çatlamış” ya da “kırılmış” yumurtaların “yok edilmeleri” evresidir. Aslında bu “yok etme” içgüdüsünün büyük olasılıkla imparatorluktan “kalıtılmış” ya da “tevarüs edilmiş” olması gerekir. Zira imparatorluk döneminde “saltanatı” korumak için “kardeş katli vacip” olmuştur. Sanırım bu miras nedeniyle pek çok üniversitede “kırılan yumurtalardan omlet yapma ve yeme” eylemi ve hevesi her geçen gün daha da artmaktadır. Ne de olsa bu insanlar atalarına layık birer evlat olacaklardır!
İşin acı tarafı, seçimlerden sonra pek çok rektör adayının heder edilmesi ve maalesef bu eylemi gerçekleştiren “yok ediciler” taifesine de bugüne kadar (birkaç istisnası hariç) ne bir kişi ne de bir kurumun “dur” demiş olmasıdır. Bu tür davranışlar, toplumumuzdaki hüzün veren davranış biçimlerinden birisi olarak sosyal psikolojinin aydınlatması gereken başlıca konularından biri olması gerekir. Bireysel ve toplumsal düzeydeki bu tür davranış biçimlerini olsa olsa psikiyatristler ve belki de “finans kurumları” açıklayabilir. Fakat tüm toplumların, toplumdan topluma değişmekle birlikte belirli bir süreç sonunda yalnızca kötü alışkanlıkların değil iyi davranışların da “tevarüs edildiği” bir toplum yapısına kavuşma zorunluluğu vardır. Bu sanal yazının başlığında kullanılan ikinci kelime “yönetim”dir. Bu kelime, rüyalar ülkesinin üniversitelerindeki yönetim biçiminin vurgulanabilmesi için kullanılmıştır. Aslında, yukarıdaki sanal senaryoya bakıp da gerçek hayattaki tüm üniversite rektörlerinin de “kötü” olduğu ya da “matlup” olmadığı anlamı çıkarılmamalıdır. Elbette çok takdir edilen ve üniversiter geleneği özümsemiş, yüreği insan sevgisi ile dolu, evrensel normların üzerinde yöneticilik örneği veren rektörler de vardır. Ama sistem, yönetim biçimini bireyselleştirdiği ve sadece bir kişinin insafına bıraktığı için, rektörlük kurumsallaşamamakta, o makamı işgal eden kişinin kişiliği ve yeteneği ile mütenasip olarak “kararsız” bir yönetim biçimi ortaya çıkmaktadır.
Üniversitelerde atanan rektör, kendisine “muhalif” olarak gördüğü kişileri, “muhalif” olabileceği empoze edilmiş olanları, sonraki seçimde potansiyel “tehlike” olarak görülenleri bir şekilde “bertaraf” ederek dikensiz bir gül bahçesi yaratır. İşin daha da acı veren yanı, ceberut rektörden korkan ya da kendisine de zarar verilmesinden çekinen o anlı şanlı profesörler “muhalif” kişilerle konuşmaktan bile çekinirler. Hatta bazıları rektöre yaranabilmek için, daha önce yanından ayrılmadığı “muhalif” kişi ile bir bahane uydurup küser ve bu eylemini bir şekilde yeni “efendisi”ne duyurmayı da ihmal etmez. Aslında korku insani bir duygudur ve her canlı şu veya bu şekilde korkar. Ama kişinin “köleleşme” yolunu seçmesi, “efendi” ya da “sahip” olarak gördüğü faniye kayıtsız şartsız itaat etmesi bir kişilik ve toplumsal zaaf sorunudur.
Eğer rektör ve “şürekası” kendilerince “potansiyel tehlike” olarak gördükleri bir “muhalif”i yok etme ya da “yeme” kararı verdilerse hemen oryantal kafa çalışmaya başlar ve tamtamlar çalar. Bunun için önce hesabı görülecek kişinin çalıştığı birimdeki elamanlardan bazıları satın alınır. Elbette satın almanın pek çok yolu ve kişilere göre değişen ağırlıkları olur. Örneğin bir üst kadroyu hak etmeyen birisine kadro sözü verilir, kimisine “yenme” kararı verilen kişinin işgal ettiği makamı ve görevi sözü verilir, kimisine akçalı bir görev sözü verilir, kimisine daha başka sözler verilir, kimisine de gözdağı verilir. Satın alınan bu kişiler doğal olarak zayıf karakterli, donanımsız, yeteneksiz, kullanılmaya müsait, çıkarı için “babasını satabilecek” tipte insanlardır. Ayrıca bu satın alınan kişilerden bir sonraki seçimde “vefa borçlarını ödemeleri” de istenir. Bundan sonraki aşamada, rektöre akraba olan bir birimde harcanacak kişi hakkında imzasız, asılsız, insafsız yalanlarla dolu ihbar mektupları yazılır. Bunu yazarken hademe, öğretim üyesi, o birime mal satan firma sahibi gibi her kademeden elemanın işbirliği sağlanır. İhbar mektubu da yazıldıktan sonra artık son aşamaya gelinmiştir ve hemen amaca uygun bir “soruşturmacı” öğretim üyesi bulunur. Üniversitelerde “amaca” amade böyle pek çok insan vardır. Rektörler de böylelerini kullanabildiği kadar kullandıktan sonra bir kenara atar, çünkü artık amacına ulaşıp işini bitirmiştir.
Bu sanal yazının ikinci bölümdeki devamında ve gerçek olan ikinci bölümün bir kısmı ile üçüncü bölümde yeniden buluşuncaya kadar esen kalın, sağlıklı kalın…