Tıp etkinlik alanının nihai hedefi, bireysel ve toplumsal sağlığın korunması, herhangi bir nedenle bozulan sağlığın yeniden tesis edilmesidir. Bu uğraşı, Hipokrat ile birlikte bilimsel nitelik kazanmış ve o günden bu yana tıp, bilimsel verileri giderek daha da etkin bir şekilde kullanmak istemiştir. Gelinen noktada İngiliz hekim Archibald Cochrane (1909-1988) yaptığı çalışmalarla, “Kanıta Dayalı Tıp (Evidence-Based Medicine)” kavramının tıp literatürüne girmesine öncülük etmiştir. Kanıta dayalı tıp, hastanın tanısının konulması ya da tedavisinin yapılmasında karar verirken var olan kanıtlanmış bilgilerin dikkatli, açık ve mantıklı kullanılmasıdır.
Hiç şüphesiz ki tıp, en çok deneysel ve klinik çalışmaların yapıldığı, en çok yayının yapıldığı alandır. Bir hekimin her yıl çıkan bu yayınları takip etmesi hemen hemen imkânsız olduğu kabul edilmekle birlikte yeni bilgilere gereksinim olduğu da inkâr edilemez. Bu gerçeklerin ışığında Cochrane’nin ölümünü takiben, 1993 yılında, “Cochrane Collaboration” ismiyle bir örgüt kurulmuştur. Bu örgüt, sağlık hizmetlerinde gerekli yeni bilimsel bilgilerin 120 ülkede 30 binin üzerinde gönüllü ile sağlık çalışanlarına ulaşmasını kendisine amaç edinmiş kâr amacı gütmeyen bir oluşumdur.
Uygulamada hekim, hastanın değerlerini de gözeterek ulaştığı en iyi kanıtla kendi deneyimini harmanlayarak hastası ile ilgili sorunu çözmeye çalışmaktadır. Bu süreç aslında ileride doğabilecek tıbbi ve adli sorunların ortaya çıkmasına engel olarak hem hastayı hem hekimi hem de sağlık sistemini koruma altına almaktadır.
Klinik uygulamanın her aşamasında (anamnez, fizik muayene, laboratuvar istemi ve yorumlanması, tanı, tedavi) hekimin yaptığı ya da yapmadığı seçenekler için ortaya koyduğu gerekçelerin en iyi bilimsel verilerle desteklenmesi gereklidir. Yani hekim klinik uygulamanın her aşamasında, kanıta dayalı tıbba uygun davranmalıdır. Nedeni ise; Hipokrat’ın tarihsel olarak ortaya koyduğu paternalizm, günümüz tıp uygulamasında artık önemini yitirmiştir. Bu süreçte hekimin hastasını belirli bir şeyi yapmaya ya da yapmamaya ikna etmesi söz konusu değildir. Hekimin yükümlülüğü, hastanın kendisi için en iyi ve en doğru kararı verebilmesi için gerekli tıbbi bilgileri hastanın anlayabileceği şekilde ortaya koymasıdır.
Sorun da bu aşamada ortaya çıkmaktadır.
1) En iyi kanıtı bulmak meseledir. Her ne kadar “Cochrane Collaboration” ya da “Cochrane Library” iyi bir kaynak ise de bunlara erişim teknik açıdan ve zaman açısından sorun olabilmektedir.
2) Erişilen bilgilerle her zaman 2+2=4 etmemektedir. Yaşanılan en somut ve en yakın örnek; domuz gribi salgınında aşılama ile ilgilidir. Bazı makaleler domuz gribi aşısı lehinde iken bazıları aleyhinde idi.
3) Hekimlik uygulamalarında etik değerler, hastanın değerleri, kültürel değerler bazen bilimsel bilgilerin önüne geçebilmektedir.
4) Kanıta dayalı tıbba uygun davranmak çoğu zaman hekimi defansif bir davranışa zorlayarak, gereksiz tetkiklere iterek sağlık harcamalarının artmasına neden olmaktadır.
5) Paternalist uygulamanın önemini yitirmesi hekim-hasta ilişkisinin giderek mekanikleşmesine ve tarihsel hekim imajının zedelenmesine neden olmaktadır.
6) Kanıta dayalı tıp, hekimin hastası ile ilgili sonucu yüzde 100 yerine getirmesi gereken bir anlayışa neden olarak, sonucun istenilen şekilde olmaması hâlinde, hasta ve hasta yakınlarına hekime yönelik sözel ya da fiziksel şiddet kullanma hakkının bulunduğu yanlış anlayışını vermektedir.
Güneş ya da su, yaşam için gereklidir. Ama şu da unutulmamalıdır ki, güneş bazen kuraklık yaparak, su bazen sel olarak ölümün kendisi olmaktadır. Tıp fakültesinde klinik dersleri almaya başladığımızda hocalarımızın “Hastalık yoktur, hasta vardır.” sözünü unutmadan “kanıta dayalı tıp” kavramını yorumlamak gerektiğini vurgulamak isterim.