Hastalıklardan insanların ölümüne neden olanların başında kardiovasküler olanlar; ikinci sırada ise kanserler gelir.
İnsanın yaşam süresi damar yaşıyla özdeştir denilebilir. Kanserin yaşam süresi de damar yaşıyla örtüşmektedir. Beslenmesi bozulan kanserin yaşamının sona ereceği bilinir.
Ölüm insan için, damar için, kanser için, bir sonuçtur. Sonuçlar bilgi konusu, sebepler bilim konusu olarak algılanmalı ve altyapılar ona göre dizayn edilmelidir.
Bilim, insanın sürekli yaşayabilmesini amaçlamalı ve bunu gerçekleştirebilecek donanımı da üretebilmelidir.
Ne yazık ki çağımızda bu amacı gerçekleştirebilecek bir “vizyon” önerisi bile yok.
Bilim insanlarının biyolojik çabaları, arayışları ve buluşları insanın yaşamının bir “biyolojik saate” endekslenmesini engelleyemiyor.
İnsanlar, hastalanmalar dışında 100-110 yıl yaşayabiliyor.
Programlanmış hücre ölümünde (apoptozis) olduğu gibi, gittikçe tükenen biyolojik süreçler, insanın programlanan yaşam süresinin sınırlılığına bir örnek mi veriyor?
Bilim, bir yandan yaşamı uzatmaya, sınırları yıkmaya çalışırken, diğer yandan da yaşamı kaliteli kılmaya özen gösteriyor.
Bilim aciz kalmıyor ama insan aciz kalıyor. İnsan aciz kaldığı noktada da “Genetik olarak belirlenmiş vaktimiz geldi” diyor.
Damdan düşme, trafik kazaları, boğulma, yanma, spor kazaları, terör gibi çevresel faktörlerin genetikle ilişkisi ne?
İnsanoğlu biyolojik süreçlerin genetik haritasının tamamlanmasını bekleyedursun; bilim felsefesi, genlere sinyal gönderen “sistematiğin” evrensel ilişkilerini sormaya başladı bile!
Dünyada her yıl yedi milyon insan kanserden ölüyor. Yedi milyon insan kanserden ölmemiş olsa insanların yaşama süresi 100-110 yılı aşabilir miydi acaba? Çağdaş sorulardan biri de bu!
Dünyada yaşayan insanların dörtte biri, yani yaklaşık bir buçuk milyar insan, yaşamının her hangi bir aşamasında kansere yakalanma riski taşıyor.
Yaş arttıkça kansere yakalanma riski ya da kanserin gelişme potansiyeli artıyor.
Aslında şu soru da çağdaş dünyaya sorulabilir; insanın yaşam süresi yetmediği için mi her bireyde kanser ortaya çıkmıyor?
Kanser, çok değişik faktörlerin karmaşık ilişkiler yumağı oluşturduğu, birden çok hastalığı içeren bir kavramdır. Çok değişik biyolojik süreçlerin yaşandığı, bazen “kördüğüm” olmuş yapılanmaları da yansıtan hastalıklar gurubudur.
Kansere karşı açılan savaşta (ABD’ de Ulusal Kanser Yasası, 23 Ocak 1971), başarılı olma bir yana, moleküler biyolojinin açtığı cephenin büyüklüğü, konvansiyonel güçlerin (Cerrah, Radyoterapist, Kemoterapist ) desteğini azaltan bir durum ortaya çıkarmaktadır.
Moleküler biyolojinin getirdikleri, (kanserin başlama, gelişme ve metastaz aşamalarını, farklı ve karmaşık süreçlerini izleme imkanını bulamayan konvansiyonel cephenin) mücadeledeki gücünü kanser lehine (geçici de olsa) azaltmış görünüyor.
Kanser geliştiğinde, hücresel anormalliklerin çeşitliliğini gören patologlar; kansere neden olan çevre faktörlerinin sayısının gittikçe arttığını gözleyen epidemiologlar; tedavi yöntemlerinin kansere neden olan etkenlerle “at başı gitmesini gerçekleştirmekte zorlanan onkologlar; halen kanserin “lokoregional” bütünlüğünü ortadan kaldırmaya, “radikal tedavi” demeye devam eden cerrahlar, moleküler biyolojinin yeni cephesine yığınak yapmak zorundadırlar.
Kanserle yeni savaşta, kanserin tüm biyolojik süreçlerinin disiplinlerini oluşturup ortak kavramlarla eğitim sürecine girmek ve tedavi yöntemlerini multidisipliner olarak ilkeleştirmek kaçınılmaz görünüyor.
Konvansiyonel paradigma’dan “Genetik paradigma”ya sıçrama yapan yeni bir yaklaşımı “moleküler ilişkiler” dayatıyor.
Çiçek, tüberküloz gibi hastalıklarla savaşı kazanan bilim, bunu da kazanacaktır.
Aşı yönteminin kanserle ilişkin olarak düşünülmesi önemli bir adımdır.
Dünya gezegeni bazında, doğal dengede iç dinamiklerin yasalarının tümü her ne kadar keşfedilememişse de, canlıların kendilerini koruma duyarlılıklarının varlığı tartışmasızdır.
Canlıların çevre koşullarına karşı savunmaya ilişkin donanımlarının gücü, iç dinamiklerine karşı hazırlıklarından daha yetkin görünüyor. Başka bir deyişle canlıların kendilerini kendilerine karşı korumakta geçirdikleri evrim, kendilerini dış çevreye karşı korumakta geçirdikleri evrimden daha yavaş ilerliyor.
Canlıların en gelişmişi olarak kabul gören insan türünün, doğa ile olan yoğun iletişiminin bilimin henüz yakalayamadığı bilinemeyen yasaları olabilir.
İnsanın, çevresindeki canlıların insan biyolojisindeki süreçlerle entegre olabilen (sinyalizasyon) sistemi, insanın biyolojik süreçleri için uyarıcı da olabilir; engelleyici de olabilir.
İnsanın, kanserin gelişmesine karşı kendini koruma eksikliğinin çevre ile olan iletişimindeki olası etkenlerinin rolü, bilimin kansere ilişkin yeni yaklaşımlarında öne çekilmelidir.
İnsanın kendi biyolojik yapısını kendine karşı korumakta geliştirdiği sistem yetersiz ise, çevreden aldığı destekle bunu güçlendirebilir. Tabiattaki yolculuğunda insanı bir konaklama ortamı olarak değerlendiren “Echinococcus Granulosus”, bu desteği vererek çevre koşullarının cömertliğini de sergileyebilir.
Kanser gelişiminin aleyhine koruyucu bir etki aramaya devam etmeliyiz.
(Hikmet Akgül ve arkadaşları, Echinococcus Against Cancer: Why Not?, Cancer, November 1, 2003)
Bu yazı Türkiye Klinikleri Tıp Bilimleri Dergisi 24. cilt 1. sayıda yayınlanacaktır.