İslam ülkeleri içerisinde birkaç ülkeyi ayraca alıp, diğer ülkeleri göz önünde bulundurduğumuzda, “kutsal olan” yerine siyaseti/geleneği kutsallaştırdıkları görülür. Bu da toplumların din adına yeni değerler üretebilmelerinin yolunu tıkar ve terör eylemlerinin artışına neden olur. Terör grupları yeni dini değerler üretme yeteneğinden yoksun oldukları için, yorumlamalara dayalı geleneği kutsallaştırırlar ve kitabi din buharlaşır, gelenek dinin yerini alır. Din gibi önemli ve hassas bir konu, toplumsal hayattan koparılır, din artık yardımlaşmanın, düşünmenin, yeni uygarlıklar oluşturabilmenin kaynağında bulunmaz ya da güç bulunur. Gruplar sürekli çatışma/savaş halinde bulunduklarından, milletleşme sürecini de gerçekleştiremezler. Hâlbuki toplumların gelişmişlik düzeyi için, din ve bilim ilişkilerinin sağlıklı bir biçimde kurulması gerekir. Toplumsal düşüncenin baskı altında tutulduğu toplum ya da gruplarda toplumsal sorunların çözümü güç olup, yeni bilgi kuramları da üretilemez.
Dünyanın gündeminde olan ve adları terörle anılan Boko Haram, İşid, PKK ve Taliban gibi grupların toplumsal yapıları incelendiğinde, yukarıda sözünü ettiğimiz özellikler göze çarpar. İnsanların birey olamadıkları, soyutlama ve genelleme yeteneklerinin gelişmediği, akıl ve bilgi alanlarının daraltıldığı, özellikle sanatın yeterince ilgi görmediği, çevrelerini kuşatan yeni gelişmelerin teknik çözümlemelerinden yoksun bir grupsal yapı karşımıza çıkar. Öte yandan tüm yapının bünyesinde bireyleşmenin gelişemediği toplumsal gruplarda, insanlar sorgulamaksızın fanatik bir biçimde (körü körüne) biat ve itaatlere göre davranışlarını belirlerler, farklı konularda görüş ve düşünce geliştiremezler. Daha açık bir deyişle, bu tip grupsal yapılar, insanların birey olmasını önlemeye çalışırlar. Dolayısı ile bu tip grup ya da toplumlar, kendilerini sürekli bitmeyen bir kaos ortamı içerisinde bulurlar. Bu tip gruplar, din adına ya da farklı ideolojiler adına eylem yaptıklarını söylerler ancak dini konuları da, ideolojileri de yeterince bilmezler, emperyalist güçler diledikleri gibi yön verirler.
Kendi çıkarları için fırsat kollayan emperyalist güçlerin, yukarıda açıklamaya çalıştığımız toplumsal yapı, aradıkları bir ortamdır. Ürettikleri silahları denemek, satmak ve yerel zenginliklere ortak olmak için en uygun yapıdır. Tüm dünyanın gündeminde olan Afganistan ve bu topraklarda yönetimi ele geçiren Taliban grubun toplumsal yapısı, tarihi kaynaklar temelinde ele alındığında, karşımıza din açısından oldukça sorunlu olay ve olgular çıkar. Taliban grubunun çoğunluğunu oluşturan ve Peştun adını taşıyan bu topluluğun Afganistan’da on beş milyon, Pakistan’da otuz milyonun üzerinde nüfusu olduğu sanılmaktadır. Afganistan nüfusunun %.42’sini oluşturan Peştunlar, Müslüman olmadan önce “Peştunvali” denilen yasalarla (örf ve adetler) yönetilmişlerdir. Bu yasaya göre Peştunlardan bir erkek öldüğünde, mal varlığının yanı sıra eş ya da eşleri yakınlarına miras olarak kalmaktadır. Yani kadın, Peştunlar’da bir eşya olarak nitelendirilmektedir. Kaynaklar Peştunların İslamiyet’i kabul etmelerinden sonra da bu anlayışın uygulandığını belirtmektedirler. Bu nedenle olsa gerek ki, günümüzde de Afganistan’da kadın hakları sorunu devam etmekte, kadın yasal bir kişilik olarak karşılık bulamamaktadır. Toplumlar ya da gruplar çift kanatlı kuşlara benzerler, kanatlardan birisi kırıldığında uçamazlar, toplumlarda kadın ya da erkek cinsiyetlerinden birisini ihmal ettiklerinde toplumsal gelişmelerini temin edemezler. Bu nedenle olsa gerektir ki, Afgan toplumu geçmişten geleceğe uygarlık anlamında önemli bir hamle gösterememiştir. Peştunlar, İslamiyet sonrası da Afganistan’da yaşayan diğer gruplara ve özellikle nüfusun %9’unu oluşturan Hazaralara karşı acımasız kıyımlar yapmışlar, Abdurrahman Han’ın yönetime egemen olduğu dönemlerde on binlerce Hazara katledilmiş, köle olarak pazarlarda satılmışlardır. Anlaşılabileceği gibi, Peştunlar, eski gelenek ve göreneklerini yeni dine eklemleme yapmışlar, ancak Kur’an’ın insanlığa sunduğu yeni değerleri toplumsal yapılarına kodlamada yetersiz kalmışlardır. Dikkat edilirse, Boko Haram ve Işid gibi grupların eylemlerde bulunduğu bölgelerde yukarıda geçen toplumsal yapılarla benzerlik göstermektedirler. Anlaşılabileceği gibi bu gruplar, milletleşme sürecini gerçekleştirememişlerdir. Umalım, yaklaşık kırk yıldır savaşla yaşayan ve II. Dünya savaşından sonra en fazla zulme maruz kalan Afgan halkı için bu kötü günler geride kalır. Ancak tüm grupları temsil eden bir yönetim anlayışını benimsemeyen ve kabile anlayışını gelenekselleştirmiş bir gruptan kozmosun doğmasını beklemek iyimser bir yaklaşım olur.
Yukarıda ifade edilen toplumsal özellikler, önce 1970’lerde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinin iştahını kabartmış ve 1979’da Afganistan’ı işgal etmişlerdir. SSCB’liğinin Afganistan’dan çekilmesi ile Amerika Birleşik Devletlerinin iştahını kabartmıştır. 20 yıl işgalden sonra ABD’de çekilmiş ve ardında pek çok soru işaretleri bırakmıştır. Peki, ABD niçin işgal etti ve neden çekildi? Bu soruların cevabını tarih bilimi ilerde hazırlamaya çalışacaktır. Ancak bu soruların yanıtını Samuel Huntington’un kitaplarında bulabilir miyiz?
Huntigton’un Türkçeye de çevirisi yapılmış olan “Amerika’nın Ulusal Kimlik Arayışı Biz Kimiz?” adlı kitabında, Amerika Birleşik Devletleri’nin bekasını, “Soğuk Savaş” döneminde olduğu gibi, bir dış tehdit oluşturulmasına bağlar. Çok etnikli bir yapıya sahip olan ABD halklarının-Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinin dağılması ve soğuk savaş döneminin bitmesi ile birlikte- yeni kimlik arayışlarına yöneldiklerini belirtir. Huntington, Soğuk Savaş döneminde her Amerikalının evinde ABD bayrağının asılı olduğunu, Soğuk Savaş döneminin bitişi ile bayrak asmanın büyük ölçüde düştüğünü belirtiyor ve ABD’nin yeni bir dış tehdit arayışına geçmesinin önemine vurgu yapıyor. Ayrıca Huntington, Soğuk Savaş sonrası ulusların ilişkilerinin belirlenmesinde siyasi ve iktisadi fikirlerin etkili olmayacağını, din temelli uygarlıkların etkili olacağını belirtir. Ayrıca dinler arası çatışmaların, çatışan toplumların kendilerini yenileyeceğini ileri sürer ve Türkiye’ye bir öğütte bulunur: Türkiye Batı uygarlığının bünyesinde ikinci sınıf bir ülke olarak bulunmaktansa, İslam uygarlığının lideri olabileceğini ileri sürer. Şu an için geldiğimiz nokta açısından bakıldığında, dünyanın süper gücü olarak algılanan ABD, nükleer silahları olmayan, kendi uçak ve füze sistemlerini üretemeyen İslam ülkelerini dış tehdit olarak algıladığı anlaşılıyor. Ayrıca yeri ve zamanı geldiğinde değerlendirmek için, Orta Doğu’da çeşitli terör grupları ile temasını da devam ettirir, PKK gibi.
Tüm yukarıdaki söylem ve tespitler sonucunda, bir tarafta milletleşememiş kabileler/aşiretler, İslam ülkelerinin bünyesinde bulunan bazı gruplar, diğer tarafta milletleştirme sürecini hızlandırmaya çalışan ve dünyanın süper gücü olarak tanımlanan ABD var. Bakalım İslam ülkelerinde gelişme gösteren terör eylemleri, Amerika’da toplumsal güvenliğin sağlanmasında katkı sağlayacak mı? Yoksa Huntington’un kuramı çöpe mi atıldı? Bunu zaman gösterecek. Yalnız görünen o ki, dünya terörle daha yakından tanışacak, çünkü tüm İslâm ülkeleri terör bölgesine dönüşmüş durumda ancak öncelikle geri kalmış ya da gelişmekte olan Asya ve Afrika toplumlarını gittikçe artan daha büyük toplumsal sorunlar beklemektedir.
14 yorum
Tebrikler güzel tespitler. Yazılarınızı zevkle okuyorum.
allah razı olsun hocam güzel bilgiler
Milletlesebilme çok önemli bir olgu. Belki de milletlesebilme kabiliyeti diye bir şey var Hocam. Bir çok Islam ulkesi bu kabiliyeti kaybediyor. Basiretsizlik ve cahillikle küresel gücün oyuncağı olmuşlar. Millet olma bilincinden yoksun bir şekilde birey olarak kurtuluşun peşinden gidiyorlar. Ama bu bireysellik daha fazla belaya maruz bırakiyor insanları. Allah milletimizi bölmeye çalışanlara fırsat vermesin bizlere de feraset nasip etsin. Saygılarımla
Allah razı olsun hocam
Kaleminize sağlık ne güzel yazmışsınız hocam
Çok güzel bir konu seçmişsiniz hocam. İşte bu noktada bizlere daha çok görev düşüyor. Açık kapı bırakmamalıyız. Yoksa içeri giren çok olur.
Allah razı olsun hocam
Allah razı olsun hocam günümüzün kanayan yarasını İslam devletleri ve içinde bulunduğu durumu çok güzel açıklamışsınız.Rabbim ne yaptığının neye inandığının bilincinde olabilmeyi Allah’a layık kul peygamber efendimize layık ümmet olabilmeyi tüm islam alemi içinde yaşayan müslüman kullarına nasip etsin inşallah.
Allah razı olsun hocam çok güzel bir noktaya değinmişsiniz gerçek bir bilinç ve idrakle edindiğimiz bilgilerin hakikatini sağlam kaynaklardan araştırıp öğrenerek şuurlu bir birey olabiliriz ve bu şuurlu bireylerle sağlam toplumlar meydana getirebilirsek o zaman hiçbir dış etkenlerden zarar görmeyiz tahribat yapamazlar.
Yorumları ile bizi teşvik eden tüm okuyucularımıza teşekkür ederim. Selam ve sevgilerimle
galiba dinler terör örgütlerinin mezesi, gruplar da malzemesi. bütün bunların patronu da batı emperyalizmi. Din kelimesinden sadece islamı kastetmiyorum. çinde ve Arakan’da uygulanan budist terör, ruanda da uygulanan ırkça terör, ve kendi işine gelmediği için kimi ülkelere ambargo uygulayarak onları fakirleştirmeye çalışan ekonomik terör. üzücü.:(
yazınıda çok önemli noktalara değinmişsiniz hocam . özellikle geleneğin dinleştirilip, kitabi dinin terkedilmesi sonucu ortaya çıkan gruplar /örgütler ve islam ülkelerine verdiği zararlar… bu sorunların kaynağı ve tesbiti çok önemli sorunların çözümü için.
Ayrıca Huntigton’un; “ulusların ilişkilerinin belirlenmesinde siyasi ve iktisadi fikirlerin etkili olmayacağı, din temelli uygarlıkların etkili olacağı” tespiti çok yerinde. Dünyevileşen insanlık büyük bir bunalımda şuan açıkça görüyoruz bunu.
Türkiye Batı uygarlığının egemenliğinde ikinci sınıf bir ülke olmaktansa, İslam dünyasının lideri olabilir. Keşke bunu devletimizi yönetenler idrak edebilse..
O kadar güzel bir yazı olmuş ki aklıma takılan bazı soruların cevabını aldım diyebilirim.Çok teşekkür ederim hocam Rabbım sizden razı olsun .