Bir önceki “Kongre Kaçakları” başlıklı yazımız çok ilgi görünce bu hafta da aynı konuya devam etmeyi düşünüyordum. Ancak geçen hafta içinde ekranlara yansıyan ve gazete manşetlerinde yer alan bir olay, ‘kongre meselesi’ni biraz daha malzeme topladıktan sonra, sonraki haftalarda yazmak üzere ertelememe neden oldu. Sözünü ettiğim ve beni bu yazıyı yazmaya sevk eden olay, 10. Yıl Marşı söylenerek yapılan hayvan hakları gösterisi. 10. Yıl Marşı’nı özellikle zikrettim, çünkü çok sevdiğimiz ve pek çok ortamda gururla söylediğimiz bu marşın ne sözlerini ne de bağlamını bu gösteri ile bağdaştıramadım. Bilmem hayvan hakları savunucuları bu konuda ne düşünürler. Bir biyoetik uzmanı olarak çevrenin korunması ve hayvan hakları benim de ilgi alanıma girmekte, ancak her iki konunun da -en azından ülkemizdeki- sunuluş biçimi bana çok yadırgatıcı geliyor.
Son yıllarda ülkemizde bir “çevrecilik” ve “hayvan hakları savunuculuğu” moda oldu. Buna moda diyorum çünkü sözünü ettiğim ‘savunuculuk’ türleri, “sigara içmeyene delikanlı denmez” yanlış inancı misali, “entelektüel olmanın temel şartlarından biri bilumum haklara (insan hakları, kadın hakları, hasta hakları, hayvan hakları, vs.) sahip çıkmak ve çevreci olmaktır” söylemi ile yayılmakta. Diğer bütün haklar gibi hayvan hakları hareketi de bu alanlardaki suiistimallerin en fazla yapıldığı ülkeler merkezli başlamıştır. İnsan haklarının, sokaktaki insanların soylular için böcekten farksız görüldüğü Fransa’da, kadın hakları’nın kadını içine şeytan girmiş varlıklar olarak gören, ona sosyal hayat içinde yaşam hakkı tanımayan ve düşük ücretle çalıştıran Anglosakson ülkelerinden, vatandaşlık haklarının yüzyıllarca zencileri köle edip kendi ülkelerini mamur eden Amerikan’dan çıktığı gibi, hayvan hakları da köpek sürüleri eşliğinde yapılan sürek avı (fox hunting) meraklısı İngilizler tarafından ortaya atılmıştı. İlk “Hayvanları Koruma Derneği”ni 1825’de İngiltere’de kurulurken, 15 Ekim 1978’de Paris UNESCO evinde ilan edilen Hayvan Hakları Evrensel Bildirisi ile ‘dostlarımız’ da hak sahibi olmuşlardı. Bazı tespitler ve yanlış inançlar:
1) İnsan hayvandan daha üstün ve saygın bir varlıktır. Ancak yinede hayvanlar, insanlara zarar vermediği sürece ‘doğal ortamlarında’ yaşama hakkına sahiptir. Yani kedinin yatak odasında, köpeğin arabanın arka koltuğunda, balıkların oturma odasında, kuşların da salonda yaşama hakkından bahsedilemez, zira bu onlara yapılan eziyet ve bazı insanlara karşı da saygısızlıktır. Bu hakkın savunuculuğunun temelinde ‘pet shop’ sektörünün ve uluslararası hayvan ticaretinin korunması ile insanlarla ilişkilerinde sorun yaşayanların belli duygularını hayvanlar üzerinde tatmin etme duygusu yatmaktadır.
2) İnsanların yararı söz konusu olduğunda hayvanlar her durumda feda edilebilir. Yani kebap yeme zevkini tatmin etmek için sığır veya tavuk kesmek ile, deney yapmak için kedi veya köpek kesmek arasında hiç bir fark yoktur. Bunun için bir sayı sınırlaması getirmekte yanlıştır. Deney hayvanlarının kullanımı konusunda hazırlanan etik yönergelerde “gerekli olan en az sayıda hayvan kesilmelidir” der. Kesilen hayvan da nedir? Ya sıçan, ya fare, yada tavşan. Bu sınırlama, et tüketim yönergelerinde “gereken en az miktarda et tüketimi yapılmalıdır” yazılmadığı sürece son derece yanlıştır ve bir çifte standarttır. Sen her gün damak zevkin için binlerce tavuk, sığır ve koyunu öldür, sonra da 3-5 sıçanın hesabını yap. Neden, çünkü sıçan hızlı çoğalır ve işin ekonomik boyutu yoktur. Ama tavuk, sığır ve koyunların katlinden pek çok kişi ekmek yer.
3) Bazı insanlar farklı bir türün üyesi olan hayvanları sevmeyebilir hatta ondan nefret edebilir. Yani “hayvan sevmeyen insanı da sevemez” diye bir şey yoktur. Hayvan hakları savunucularının en klasik söylemlerinden biri şudur; “Hitler’in çocukluğunda bir köpeği olsaydı insanı da sevmeyi öğrenirdi ve o katliamları yapmazdı”. Doğru, zaten baba Bush’un da, oğul Bush’un da Irak’taki insanlara karşı olan ‘sevgi gösterisi’nin gerçek sebebi, sizin ve benim giremediğim Beyaz Saray’ın Oval Ofisi’nde kuyruğunu sallayarak gezen köpeklerine duyduğu sevginin bir yansımasıdır.
4) Akşam haberlerinde izlediği, Irak’ta, Somali’de, Ruanda’da, Filistin’de, İrlanda’da ve Güneydoğu Anadolu’da ölen insanlar ile, köprü altlarında yatan, sokak çetelerine kurban giden ve kimsesi olmayan sokak çocukları için içi kan ağlamayan, eyleme geçmeyen ve bir şeyler yapmayanların, sokak köpekleri ve laboratuvar hayvanları için sokaklara dökülmesi ve belediye görevlilerinin yakasına yapışması iki yüzlülük değilse bile en azından ayıptır.
5) Mandıralarda ve çifliklerde yetişen sığır ve tavukların değil ağızları, ayakları bile çimene değmeden ve gökyüzünü görmeden yaşayıp öldüğünü, ve daha canları çıkmadan derisinin yüzülüp, tüylerinin yolunduğunu biliyor mu acaba bu hayvan hakları savunucuları? Bunları bilseler de ilgilenmezler, çünkü onlar evlerinde tavuk ve sığır beslemezler. Zira onlara göre, George Orwell’ın kulakları çınlasın, “bütün hayvanlar eşittir, fakat bazı hayvanlar ‘daha fazla’ eşittir”. Onlar, “kuzu kebapta yer, köpeklere işkenceye son diye slogan da atar”.
Ben bu tür hayvan hakları savunuculuğundan da, bu tür hayvan hakları savunucularından da rahatsız oluyorum. Bu insanların, evinin ambarındaki fareleri yakaladığı için kedisini alnından öpen, fındık bahçelerinde otlayan inekleri ile sohbet eden, sabah sıcacık yumurtayı kahvaltı masasına sunan tavuğunu çakala kaptırmamak için çakalla dalaşan, kapısına yabancıları yaklaştırmayan köpeği ile güreş tutan, kendisi parfüm değil ama elleri toprak ve tezek, saçları mis gibi kına kokan anneanneme haksızlık yaptıklarını düşünüyorum. Bilmem siz ne düşünürsünüz?