1982 yılıydı. Liseyi bitirmiş, sınavla Erzurum İslâmî İlimler Fakültesini kazanmıştım. Ne var ki darbe yönetimi, iki ay geçmeden Erzurum’da bulunan bu fakülte ile Yüksek İslâm Enstitüsü’nü birleştirmiş ve adına İlahiyat fakültesi demişti. Aslına bakarsanız burası bilinçli tercihle kazandığım bir yer değildi. Aldığım yüksek puanla daha başka bölümlere de girebiliyordum. Ancak o dönemde memlekette ahlakını beğendiğim ve hatta kişiliğini imrendiğim bir öğretmen, tercihlerimi düzenlemiş ve bana burayı uygun görmüştü. Bugünden baktığınız zaman hiç de pişman olmadığım, aksine hele Kelam ve Mezhepler Tarihi dalında ihtisas görmüş olmanın ehemmiyetini müdrik olduğum izahtan varestedir. Lakin o dönemlerde bunun ne demek olduğunu, beni nelerin beklediğini ve nasıl bir anlam dünyasına girdiğimi pek de idrak edebiliyor değildim.
Kendi halinde namazında niyazında, artık nedense okumaya, öğrenmeye ve ona göre yaşamaya düşkün, azimli bir delikanlı idim. Dinimi okuyup öğrenerek yaşayacağımı, dinî konularda ilmim arttıkça daha sağlıklı bir duruş ve perspektif sahibi olacağımı umut ediyordum. Dinî bilgilenmeyi düz bir mantıkla tasavvur ediyor ve “ateşin yakıcı veya zulmün kötü olduğu”na benzer nitelikte sabit dinî verileri öğrendiğimde artık bir bilen olacağımı sandığım bu dönemde öğrenecek olduğum şeylerin çok büyük bir kısmının bu minvalde olmadığını yorum ve değerlendirmelerden ibaret olduğunu bilmiyordum.
Rehber edindiğim ve onun da bana yaşam koçluğu yaptığı o dönemin söz konusu öğretmeni, düz bir ifadeyle meğer bir grubun/fırkanın mensubu imiş. Oradan edindiği kültürü ve oraya ait okuduğu eserlerin perspektifini bana aşılıyormuş da haberim yokmuş. Ben bütün anlattıklarını, ortaya koyduğu pratikleri, kullandığı dil ve üslubu, tarih, tarihtekiler ve güncele koyduğu tavrı (mesafe/eğilim) örnek alıyor ona göre de kendimde tasavvur oluşturuyor, yol alıyordum. Nitekim onun söylem ve tutumunun müridi olarak aynı tarzı sergileyeceğim ve ona göre bir öğrencilik yapacağım umuduyla ilahiyata da başlamıştım.
Aslında bakarsanız büyük de olsa sonuçta belde gibi dar bölgelerde genelde hem farklı alternatiflerle karşılaşma ihtimaliniz zayıf ve dolayısıyla zihni biçimleyip yönlendiren unsurlar kıt hem de zihnin bu çoraklıkta ufuk ve muhakemesi gevşek olmaktadır. Nitekim bugünden o döneme projektör tuttuğumuzda -filvaki kısmen bugün de öyle olmakla beraber-genel halk inançları veya popüler dindarlık bir yana, beldedeki molla ve yürüttüğü medresesi dışında şu veya bu sebeple bir yerlerle temas kurmuş birilerinin, yaymaya çalıştığı dindarlık ve dinî tasavvur biçimleri söz konusudur.
Bunlardan mollanın standart aidiyeti, zaten medrese zihniyet idi. Bu zihniyet bugünü asırlar öncesinde yaşayan, o asırlardan bugüne teamül ve metinler üzerinden taşınan ve adeta dokunulmaz/ değiştirilemez özellikte görülen gelenektir. Söz konusu gelenek ise günümüz insanı ile kontak kuramadığından, aynı zamanda temsilcilerinin genelde gündemi, sosyal gelişmeleri, sahip oldukları background gereğince takip etmediğinden ve hatta genelde gittikçe körelen kapasite ve algı nedeniyle değişen yeni nesillerin beklentisini çoğunlukla karşılayamadığından kendi halinde adeta ölümünü bekler biçimde yerinde kalmaktadır. Bu alemi temsil makamındaki mollanın çevresi çoğunlukla orta yaş üzeri emekli insanlardır. Onların da mollaya sorup durduğu; zahiri dindarlıkla sınırlı kalan namaz, oruç gibi ritüel türü ibadetlerin çeşitleri ve bunların teferruatıdır. İstisnaları olmakla beraber buradaki molla, kendisini yenileme gereği duymadığından veya bu hal üzere oluşan ortamı, kendisini değişime/ yenilenmeye zorlamadığından ve çevresini kuşatan cami cemaatinin ise bir talebi bulunmadığından gündem dışı kalmış eserlerde aktarılan ve fakat mutlaka güncellenmesi gereken bilgi düzeyi ile tarihsel kültür/ gelenekle hayat sürmektedir. Halbuki eğitim kurumu dediğin ve başında bulunan zat; mazide kalmış yaşam koşullarına göre verilmiş fetva ve yapılmış yorumları bugüne veya bugünü, mazide inşa etmeye çalışmak yerine zaman, kültür ve nesillerin değişmesine paralel bilgi üretip çözüm önerileri sunmak durumundadır.
Beldemdeki zihin yönlendirici ve ufuk sağlayıcı diğer “akil insanlar” ise ya dışarıdan gelerek burada çalışıp yaşamaya başlayan veya buraya, dışarıdaki sürecini tamamlamasını müteakip geri dönen zevattan oluşmaktaydı. Bunlar genelde önceden bulundukları yerlerde gördükleri cemaat ve tarikat türü çevrelerle teşrik-i mesaide bulunarak oralardan duyup/öğrenip sahiplendikleri yorum ve değerlendirmeleri, hakikatin yegâne ifadesi olduğu kanaatiyle buralarda yaymaya ve böylece “taraftar” toplamaya gayret ederler(di). Bu hikâye eskiden beridir böyledir ve zaten beni sevk-idare eden öğretmen de böylesi bir vizyon ve misyon sahibiymiş demek. Elbette bütün bunları çok sonraları anlayıp öğrenecektim.
Hayat devam ediyordu ve ben hazırlık sınıfına başlamıştım bile. Bu sınıfta yoğun Arapça ile meşguliyet; çok fazla mesele ve farklı anlayış, bu anlayışların sahipleriyle temasa pek olanak sağlamadı. Bu arada hazırlığın ilk döneminde İHL mezunu olmamam sebebiyle Arapçayı halledemeyeceğim vehmine kapıldığımı, hatta fakülte değiştirmeyi bile düşündüğümü lakin azmedip dışarıdan dersler de alarak kısa zamanda başarabileceğimi fark ettiğimde, burada yola devam ettiğimi de not etmem gerekiyor.
Öyle veya böyle derken hazırlık gayet iyi dereceyle bitti ve tatil başladı. Tatilde, onca emekle öğrendiğim Arapçayı unutmamak ve dahi geliştirmek niyetiyle o sıralar herhangi bir aidiyet ve ideoloji atfetmediğim mollanın yanında, medrese müfredatında mütedavil Arapça dilbilgisi ve fıkıh kitaplarından okumaya başlamıştım. Doğrusu ben de henüz, İslâm adına yapılan paylaşım ve önerilerde yorum, içtihat, tercih ve tasarrufların sistematik etkisinden haberdar değildim. Kendimi Müslüman addediyordum lakin bir İslâm düşüncem bulunmamaktaydı. Arapça öğrenecek ve böylece Kur’an’ı anlayıp kavrayacaktım. Ama hepsi bu kadardı.
Bir gün medresede molla nezdinde Arapça dil (sarf-nahiv) dersi okurken bahsetmekte olduğum öğretmenle görüştüğünü bildiğim, mahza dindarlıklarına binaen bir araya geldiklerini sandığım ve muhabbetimizin böylece geliştiği bir bey, bana şu soruyu sormuştu:
– Sen Kur’an’ı ne zaman anlamaya başlayacaksın?
– Arapçayı hallettiğimde anlarım herhalde.
Bu cevabım üzerine o efendinin bana sergilediği hiddet ve savurduğu cümleler, halen de bir film kesiti gibi gözlerimin önünde canlı durmaktadır:
– Sen asla Kur’an’ı anlayamazsın! Kur’an’ı anlayacakmışsın; sen kim oluyorsun vs. ile başlayıp hakarete varan ifadeler.
Sorulan sorunun doğal karşılığı olduğunu sanıp düz mantıkla verdiğim cevapla o gün takdir beklerken okkalı azar işitmiştim.
Bugünden baktığım sıra şunu anlıyorum: Benim o anki mahcubiyetim bir yana bu kişi esasen sergilediği hiddet -hiddetin dönüştüğü menfur üslup- ile bana bir ilke dayatıyordu: biz Kur’an’ı anlayamayız. Onu anlayanlar geçmişte kaldı. Bize düşen geçmişte kalanların tespitleriyle yetinip tedeyyün etmektir. Bizim dinî konuları anlama materyalimiz Kur’an değil geçmişteki ‘büyük’lerin anlayıp izah ettikleridir. Konularımıza delil ararken veya modern dünyada hayatımızı tanzim ederken ayet ve hadis ile işimiz olmaz. Biz sadece onlardan nakledileni öğrenip yorum değerlendirme yapmadan inanmaya ve gereklerini yaşamaya mahkumuz.
Bunun adı nakilcilik veya nakil dindarlığıdır. Biraz zorlasanız Kur’an- Sünnet veya ayet- hadise itiraz ve hatta inkarcılığı olarak da değerlendirilebilir. Zaten o durakta park eden kendileri de tutumlarını nakil dindarlığı diye tanımlamaktadırlar. Elbette burada onlar istemese ve bu kapıyı kapalı tutmaya çalışsalar da hemen herkesin aklına gelecektir şunlar: Peki bu nakledenler kim? Kimden, ne tür insanlardan naklettiler? Bu nakledilenlerin yayıldığı dönemde sadece bunlar mı ifade edilmişti? Aktaranlar/ nakledenler bilerek bilmeyerek naklettiklerinde ne kadar tasarrufta bulundu veya bağlamından koparıp bir amaçla tağyir etti? vs.
En nihayetinde insan unsurunun devrede olduğu her hususta aynı zamanda duygu ve düşünce ile tavır ve tutumların da aktive olduğu ve bununla ihtilafın başladığı malumdur. Nitekim İslâm Tarihinin ilk döneminden itibaren Müslümanların önce siyaseten ihtilaf ettikleri (buna iktidar mücadelesi de diyebilirsiniz) ve ihtilafa binaen birkaç kez savaştıkları, peşinden ise siyasetteki ihtilaflarını dinî sahaya taşıdıkları ve böylelikle kamplara ayrıldıkları göz ardı edilemez bir gerçektir. Filhakika bu sebepten siyasî kamplarının dinî mahiyet arz eden çeşitli fırkalara bölündüğünü de bilmekteyiz. Tıpkı şunu bildiğimiz gibi: Bu fırkaların her biri özellikle de ilk dönemlerde muhaliflerine karşı kendilerini haklı, meşru ve ötekileştirdikleri rakiplerini ise gayrı meşru ve heretik olarak konumlandırıp peşinden bunu önce ayet, sonra rivayet ve o da olmadıysa hadis uydurarak, bazen de ayet ve hadisleri keyfince tevil edip yorumlayarak ön yargılarını teyide, kanaatlerini nas diye empoze etmeye, hakikate tekel koymaya ve kendilerini ehl-i hak diye pazarlamaya çalışmışlardır.
İşte zamanın akışına paralel kendimi de aralarında bulduğum, bu tarz gelişip yayılan fırkalardan birinin bu varislerinde; geçmiş hikayeyi bilmemeleri, önlerinde duran eski yeni liderlerin, tarihi kendi çıkarlarına göre rafine ederek öğrettiklerini ve dolayısıyla fırkanın gidişatına uyum sağlayacak biçimde sterilize edilmiş resmi tarihi öğrendiklerini anlamamaları sebebiyle taassubun alasını sergileyerek kendileriyle beraber olmayan, yine tarihsel kökleri bulunan farklı dinî fırkalara mensup Müslümanları karalama, peşi sıra dışlayıp tekfir etmeler -adeta renkler zevkler farklılığı kadar- kolayca halledilen bir fecaat oluyordu. Halbuki Kur’an ve onun yaşamsal (aslında buna tarihsel de diyebilirsiniz) tecrübesi niteliğindeki Sünnetin her dönem ve durumdaki evleviyeti ile tarihsel kişilere nispetle nakledilenlerin dönemsel olduğu, aklı başında değerlendirme yapan herkesin teslim ettiği bir hakikattir. Buna göre geçmişte insanların bulundukları ortamın şartlarına göre ve kendi ötekileriyle didişme konseptinde yaptıkları yorumların backgroundunu bilmeyen ve bunun ehemmiyetini de müdrik olmayan bugünkülerin hakikat iddiaları abesle iştigaldir.
Nitekim ben, ilahiyatın hazırlık sonrası basamaklarını aşmaya başladığım yıllarda dindarlıktaki gayret ve samimiyetlerini, ufuk ve muhakemelerini çeşitli şahitliklerimle tescil ettiğim nicelerinde muhtelif konularda farklı yaklaşımlar duydum/dinledim. Üstelik bunların bir kısmı yukarıdakiler gibi yine tarihte kökleri olan algı/anlama biçimlerinin varisleri olarak ‘imal-i fikr’e karşı hayat sürmekteydiler. Zaten ben de böylesi zevatta görüp duyduğum makul yorum ve değerlendirmeleri kavradıkça artık aidiyetimi sorgulamaya ve nerede, kimlerle yürüdüğüme, neyi, niçin, neyle ve nasıl savunduğuma bakmaya başladım. Böylelikle anlamıştım ki ben adı sanı belli, gayesi ortada, temsilcileri ve yayın çevresi olan bir fırkanın hinterlandında bulunuyorum. Burası, … denen bir klikti ve … denilen bir şahsın fikir mühendisliğini yaptığı, nakil dese de kendisinden menkul dindarlık alanıydı.
Bu fırkada tevhid yoktu ve şirk ise bir anlam ifade etmiyordu. Dolayısıyla hadis diye aktardıkları bir metin üzerinden kabirdekilerden yardım diliyordunuz, onları her tür konuya vesile kılıyordunuz. Rabıtanın caiz ve hatta gerekli görüldüğü bu “site”de, üzerindeki Şamanizm’in etkisini, bakanın rahatça görebildiği ‘evliya kültü’nün konusu velilerin/ölülerin, yapamadığı yoktu. Bu evliya, söz konusu “getto”da milli dindarlığa hizmet için amade bekliyorlardı. Burada fırka müritlerine empoze edilen söz konusu algı/ anlayışa muhalif -veya öyle görünen- artık tarihten bugüne kim varsa sapıktı ve dalalet ehliydi. Eskilerden …. ve yenilerden … isimli bu “mel’unlar” listesinde olmayan şahıs yoktu. Söz konusu muhlis çevreye göre adı geçen bu zevatın özellikle de… zatların eserlerinden istifade etmek maazallah dinden çıkmakla eşdeğerdir. Bu meyanda söz konusu şablon üzerine kurulu cemaate mensup veya hidayete erdirilerek kazandırılacak kişilerin istifade edecekleri, birbirinin tekrarı mahiyetinde yığınla eser de derlemişlerdi.
Bu eserler ‘hidayet romanlarındaki mürşit/ anlatıcı dili’ ile okuyucuyu/insanları adeta hizaya girmeye zorluyor. Bu ‘mürşit dil’; insanın bireysel düşünme, muhakeme etme ve değerlendirme yetilerini ezip geçiyor. Böylesi bir anlatıcı (lider/ vaiz/ abi/ hoca/ üstad), ilk baştan kendini ‘tepe’ye koyarak kendisiyle okuyan veya dinleyenler arasına kalın bir sınır çiziyor. Bu itibarla okuyan veya dinleyen zevatın burada pozisyon alarak bir kere sen peygamber değilsin. Dolayısıyla senin gibi birinden sadır olan din dili ancak fırka dili olabilir, deyip itiraz etmesi lazımdır ki bu da ileri düzey bir birikim ve günü/ gündemi okuyabilen bir perspektif gerektirmektedir. İşte ben o dönemlerde bundan yoksundum. Tıpkı, bir şekilde grupçuluk ve fırkacılık yapmaya devam eden herkes gibi. Hamdolsun çapraz okumalar yapmak, okuma portföyümü zenginleştirmek ve de en azından dindarlıklarına şahit olduklarımı da kapsayacak biçimde dinleyip okuma yelpazemi genişletmek suretiyle kendi açımdan, bu patolojik durumun üstesinden gelebildim.
Elbette burada kastım cemaat benzeri yapılara yönelik bir aleyhtarlık değildir. Zaten bu doğru da olmaz. Aksine birliktelik, topluluk haline gelmek anlamında cemaat, ‘zararsız’dan öte gereklidir. Kaldı ki bu İslâm’ın emridir. Zira cemaat sosyal yardımlaşma, tesanüt ve iletişimi sağlamanın yanında müzakere, değerlendirme, aydınlatma ve bu vesileyle oluşacak ortak akıl demektir. İşte ortak akıl niteliğinde devam ettiği sürece cemaat, faydalı ve gereklidir. Ne zaman ki topluluğa rağmen “tek akıl” halini alsa, hatta geçen zamana rağmen bu “akıl” değişmez ve adeta kutsanmaya başlansa işte o zaman cemaat denilen şey, işlevselliğini yitirmiş ve orada cemaatçilik, grupçuluk ve fırkacılık başlamış demektir. Bunun ise yıkıcı, ayrıştırıcı olduğu izahtan varestedir.
Gerçek o ki bulunduğunuz yere dair yapılan değerlendirmelerin kalitesini, değerini veyahut eksi artı karşılığını yani hakikatini, oradan/ içeriden baktığınız sürece anlayıp kavramakta ve dolayısıyla kabullenmekte zorlanırsınız. Dahası bulunduğunuz yerdeki hiyerarşik yapıda üst katmanlarda kimlerin neler çevirdiğini anlamanız; size empoze edilen “mantık”ın, argümanların, retoriğin veya kısacası inancın neye tekabül ettiğini, bunlarla nelerin hedeflendiğini; özetle nasıl bir mana dünyasında yaşatıldığınızı fark etmeniz imkansızdır.
Hikayeme dönersek haliyle ben iradem ve tecrübem dışı kendimi içlerinde bulduğum bu grubun kalıplarını kırarak sınırlarını aştım ve yanı başımdaki diğer Müslümanları da dinlemeye başladım, farklı grup ve yapıların eser ve faaliyetlerinden de istifadeye gayret ettim. Derken şunu fark ettim: Adı geçen cemaat, bende düşünmeye, akıl edip olup bitenin arka planına inmeye ve herhangi bir işin mutfağında olanların kimler ve bunların aidiyetleri, dinamikleri, dürtüleri, hassasiyetleri ve hedeflerinin neler olduğunu bireysel olarak sorgulamama da taş koymuş ve bu yolu da -tıpkı bütün mensuplarında yaptığı gibi bana kapamıştı. Zira böyle yaparak beni/ benleri hurafelerine, mitolojilerine teslim alabilecek ve aklıma acaba’lar hiç gelmeyecekti. İlginçtir ki bilahare bütün bu beklentilerinin tezahürlerini, daha önce de okuyor olduğum -adeta esrar ve sırlar dolu- eserlerini yeniden okuduğumda kendimde görebilmekteydim.
Fakülte hayatım boyunca okuma ve araştırmalarım kesintisiz devam etti. Fakültenin her döneminde, müfredattaki dersler gereği çalışılacak kitaplardan maada daima belirlediğim uzun bir okuma listem olurdu ve bunları okumaya çalışırdım. İlahiyat gençliği nezdinde dönemin… gibi popüler dergileri de vardı. Bunları takip eder istifadeye çalışırdım. Okuyup takip ettiğim çalışmaların her anlattığını tasdik etmek gerekmiyordu elbette. Ancak tartışma konularından haberdar etmeleri, konuşulan konuların boyutlarını göstermeleri ve bu konuları anlamaya dair muhakeme ve yaklaşım biçimlerini öğretmeleri açısından fevkalade verimli oluyorlardı. Bütün bunların yanı sıra arkadaş sohbetleri ve konuk yazarların sunumları bende nispeten güçlü bir birikim ve entelektüel olduğunu düşündüğüm bir perspektif sağlıyordu. Bu perspektif nihayetinde beni hadis, tefsir, kelam ve tasavvuf gibi temel alanlardaki araştırmaların yanı sıra spesifik olarak Müslümanların ilk dönemden itibaren ortaya koyduğu tarihi tecrübeyi, aralarındaki sosyal/ dinî ilişkiyi ve bu ilişkiyle beraber ortaya çıkan gruplaşmaların arka planına inerek mahiyetini anlamaya, mezhepler tarihini okumaya sevk etti. Derken bunu sağlıklı yapmanın yolunun şöyle veya böyle, şu veya bu nedenle yine sonuçta Müslümanlar tarafından başlatılan ve ilerleyen zamanda yer kaplamışsa kendine özel bir isimle de anılmaya başlayan, ister siyasî/ itikâdî isterse fıkhî denilsin bugünün değimiyle her hareket, yapı ve cemaate projektör tutabilmek için mutlaka dışardan bakmak gerektiğini ve böylece Kur’an’ı Anlama Yolculuğuna çıkmanın elzem olduğunu anladım. Nitekim hamdolsun şimdi ben Kur’an’ı, kendim kadarınca anlıyor ve anladığım Kur’an’ı, bana ulaştıran örnek üzerinden ahlak ediniyorum.
2 yorum
Sayın Mustafa Hoca
“Doğruya ulaşmak için çaba içinde olan, doğruya varırsa 2-10 arası olumlu puan, yanlışa da varsa çabası karşılığı yine olumlu bir puan vardır”. Hz. Muhammed’in Kasas-54 ve En’am-84 ncü ayetlere uygun bu sözü paralelinde olan yaşam mücadelenizi ve doğruya ulaşma çabanızı gururla okudum. Sizleri en içten duygularla kutlarım. Bu arayışınızda elde etmiş olduğunuz Kur’an’a yönelik olumluluklar ve bilgilerinizi, zekatınız olarak etrafınızda, yakınınızda olup iyiye yönelmeye niyetli olanlara ulaştırmanızı dilerim. Selam, sevgi ve saygılarımla.
Merhaba Hocam. Teşekkür ederim. Ben de aynen buyurduğunuz gibi etrafıma zihni ve fikri katkıda bulunmaya çalışıyorum. Saygı benden.