“Şu dünyada doğruyu söylemek kadar zor; boş konuşmak kadar kolay şey yoktur.”
Dostoyevski
Dilimize, “Kelimeler Yetmez” olarak çevrilen “A Thousand Words” en çok etkilendiğim filmlerden birisidir. İzleme fırsatı bulanlar hatırlayacaktır: Ağzı çok iyi laf yapan haliyle çok konuşan kahramanın hayatı, bahçesinde sıra dışı bir ağacın çıkmasıyla kâbusa döner. Ağzından çıkan her kelimeyle birlikte bir yaprağı düşmektedir bu ağacın. Yapraklar bittiğinde ise kahramanın hayatı sona erecektir. Ve ağaçta sadece bin adet yaprak var…
Filmi izlerken ve sonrasında bir süre kelimeleri ağzımda hapsettim. Telaffuz ettiğim her bir kelimeyle ömrümden bir yaprağın düştüğünü hayal ettim.
Filmin kahramanı gibi kullanma hakkınız olan kelimeler sayılı olsa nasıl bir hayatınız olurdu? Sınırlı kelime hakkınız olsa bunu nerede kullanmak isterdiniz? Mesela, size bir iş teklif edildiğinde tek kelimeyle “Hayır!” demek yerine uzun uzun mazeretlerinizi sıralar mıydınız?
Tam da o günlerde izlediğim bir başka filmde ise kahraman hiç konuşamıyor. Dilimize “Kelebek ve Dalgıç” olarak çevrilen kitaptan uyarlanan film gerçek bir yaşam öyküsüdür. Popüler bir derginin baş editörü olan kahramanımız beyin sapını besleyen damarda tıkanıklıktan kaynaklanan bir felç geçirmiştir. Locked-in Sendromu denilen ve nadir rastlanan trajik bir tablodur. Artık vücuduyla tek yapabildiği şey, gözkapaklarından birini oynatabilmektir. Alfabedeki yerler sırayla kendisine okunduğunda gözünü kırparak onaylamak suretiyle bir kelime oluşturmanın zorluğunu düşünün.
İşte tüm bunlar bir kelimenin aslında ne kadar değerli olduğunu hatırlatıyor bana. Bir de bunun kıymetini bilmeyenler var. Evet, gevezelerden bahsediyorum.
Açıkçası “çok konuşan” ifadesi tek başına geveze kelimesini izah etmek için yetersiz olur. Zira dinlemekten zevk aldığımız hatta dinlemek için para bile verdiğimiz bazı insanlar vardır. Bu insanlara hatip, stand-up’çı gibi isimler veririz.
Geveze dediğimiz başka bir şeydir. Konuşmalarıyla bizi bilgilendirmek ya da eğlendirmekten ziyade yorar bu insanlar. Düşünmeden sürekli konuşan; birden konuyu değiştiren; daldan dala atlayan; aynı şeyleri tekrar tekrar anlatan insanlar geveze kavramının içini daha iyi doldurur sanırım. Nitekim Türk Dil Kurumuna baktığınızda geveze kelimesinin anlamı şu şekildedir: Çok konuşan, çenesi düşük, sır saklamayan, boşboğaz, gevşek ağızlı, lafçı, lafazan, zevzek, lakırtı ebesi, cır cır, çaçaron.
Bir adam her şeyi yapabilirim diyorsa aslında hiçbir şeyi doğru düzgün yapamadığını bilirsiniz. Her konuda bir fikri olan gevezelerin de temel sorunu budur aslında. Hayatındaki önemli şeyler hatta bizzat kendisiyle ilgili bile ciddi bir farkındalığı yoktur. Örneğin, neden yaşadığını bile bilmiyordur çoğu kez.
Atasözlerimize bakınca anlıyorum ki gevezelik dediğimiz şey belli ki günümüz insanlarına has bir davranış bozukluğu değildir:
“Lafla peynir gemisi yürümez.”
“İki kulağımız bir dilimiz vardır; çok dinleyelim az konuşalım diye.”
“Söz gümüşse sükût altındır.”
Ve sadece bizim toplumumuza has bir alışkanlık da değildir gevezelik. Mesela Rus toplumunun bir ferdi olan Dostoyevski der ki; “Şu dünyada doğruyu söylemek kadar zor; boş konuşmak kadar kolay şey yoktur.”
Evrensel bir sorun olan gevezeliği bir alışkanlık deyip hafife almak yanlış bir tutumdur. Zira bu bir davranış bozukluğu olup literatürde gösterişli bir de adı vardır. Talkative Personality Disorder denilen bu hastalık dilimize “Konuşkan Kişilik Bozukluğu” olarak çevrilebilir.
Sadece bundan ibaret değildir durum. Mesela her elli kişiden birisi bipolar bozukluk dediğimiz ciddi bir hastalıktan mustariptir. Nedeni tam olarak açıklanamayan ve genellikle ömür boyu süren bu hastalığın adından da anlaşılacağı gibi iki ucu vardır. Manik dönemde bu insanlar aşırı hareketli, enerjik, kendine güveni artmış ve konuşkan olabilirler. Yani geveze dediğiniz insanın belki de intihara kadar uzanabilecek ciddi bir ruhsal hastalığı olabilir.
Gevezelerin yaptığı sadece laf kalabalığı ile insanları yormaktan ibaret değildir. “Çok mal haramsız, çok laf yalansız olmaz,” der bir atasözümüz. Gereksiz sözlere yalan ve iftira da eklenince dinleyenlerin yanlış düşüncelere kapılmasına, insanların ortamda bulunmayan üçüncü kişilerle ilgili olumsuz kanaat sahibi olmalarına hatta bazen cinayetlere kadar uzanan ciddi felaketlere sebep olabilir gereksiz konuşmak.
Gerçek sadece birkaç kelimeden oluşur. Oysa gerçek etrafında dönen rivayet ve yorumlar sınırsızdır. Ekranı açtığınızda günlük yaşamdaki çatışmalardan modaya, spordan siyasete saatlerce süren konuşma ve yorumlar izlersiniz. On binlerce kelimeden bahsediyorum. Peki, sonuç?
Oysa binlerce yıllık bilgelik iki kelimeyle anlatılır: “Kendini bil!”
Sırf konuşmuş olmak için konuşanlar, gösteriş yapanlar, dedikoducular, eleştirenler, tartışanlar…
Tüm bu insanlar ağzından çıkan kelimelerin hesabını yapsa dünya cennet olurdu!
Başkasının gevezeliğini teşhis etmek kolay da ya biz çok konuşuyorsak?
Hep yaptığımız gibi durum tespitiyle yetinmeyip çözüm için de bilgelerin bir öğüdünü paylaşmak istiyorum. Yirmi beş asır önce Sokrat tarafından önerilen ve dokuz asır önce de Celalettin Rumi tarafından bir benzeri ifade edilen üçlü filtre yöntemi epeyce işe yarayacaktır:
“Doğruluğundan emin olduklarımız arasında sadece gerekenleri nazikçe ifade etmek…”
Ağzından çıkan her kelimenin hesabını yapma çabası içinde olanlardan biri olabilmek dileklerimle…