İlim ilim bilmektir. İlim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsin, Ya nice okumaktır? Okumaktan murat ne? Kişi Hak’kı bilmektir. Çün okudun bilmezsin, Ha bir kuru ekmektir.
Yunus Emre [Mutasavvıf-Halk Şairi; 1240-1321]
Geçen hafta bu köşede yer alan “Tıp Etiği: Tek Sesliliğe Mahkûm Edilmiş Bir Disiplin” başlıklı yazıda tıp etiğinin kısa bir tarihini verdikten sonra, tıp etiğinde 1990’lardan itibaren bir tek sesliliğin hâkimiyeti söz konusu olduğundan bahisle, ülkemizin ve ülkemiz gibi ülkelerin amatör ve profesyonel tıp etikçilerinin bu yıllarda faydacı, pozitivist, diyalektik, materyalist, felsefeci ve hukukçularının öğretileri ile yetiştiklerini ve onların prensip ve söylemlerini ülkelerinde öğrettiklerinden ve öğretmeye devam ettiklerinden söz etmiştim. Dolayısıyla kavram ve terminolojiden tutun da yasa ve yönetmeliklere kadar bu alandaki her şeyin bu perspektiften şekillendiğini söylemiş, oysa bugün bu prensipler, söylemler ve öğretilerin bütün dünyada yeniden sorgulandığını belirterek, tıp etiği ve biyoetiğin ülkeler üzerinde bir emperyalizm aracı olarak kullanıldığının düşünüldüğünü yazmıştım.
Kaldığımız yerden devam edecek olursak; Ortaçağın kilise baskısından reform ve rönesans ile kurtulan, kapitalizm ile ekonomik özgürlüğe, demokrasi ile yönetsel özgürlüğe ulaşacağını düşünen Batıda, 19. ve 20. yüzyıllar her türlü özgürlüğün kazanılması adına geçen bir süreç oldu. Bireye özgüven, mesuliyet duygusu, tabulardan kurtulma, doğanın ve doğaüstü güçlerin kölesi olma düşüncesinden kurtulmayı sağlayan bu süreç bir anda, bireyi toplum içinde yapayalnız bıraktı. Kendi bağlarından kurtulmak isterken, bireyin doğa, çevre ve toplumla olan bağları da kopuverdi. Böyle güvensiz bir ortamda kalan insan bencilleşti ve doğayı, çevreyi ve çevresindeki insanları “mücadele edilecek varlıklar” olarak görmeye başladı.
Tıp etiği ve biyoetik işte böyle bir haletiruhiyenin hakim olduğu bir ortamda ortaya çıktı ve gelişti. Dolayısıyla bu disiplinin mayasını sevgi, merhamet, diğerkamlık (özgecilik) yerine şüphe, bencillik ve menfaat oluşturdu. Hak arama ve hak isteme, hayatın diğer pek çok alanında olduğu gibi tıp etiğinde de en yaygın düşünceydi. Bundan dolayı ‘respect for autonomy’ (özerkliğe saygı) Tıp Etiğinin bayrağı haline geldi ve “Informed consent” (bilgilendirilmiş olur veya daha çok bilinen şekliyle aydınlatılmış onam) en çok dillendirilen kavram oluverdi. Bunların hepsi birey merkezli yaşam biçiminin birer uzantısıydı ve zaman içinde tarafları–ki bu taraflar sağlık hizmetlerinde sağlık çalışanı ve hastaydı–birbirine karşı yabancılaştırıp rakip haline getirdi. Özerkliğe saygı ile kişi kendi sağlığı ve yaşamı konusunda son sözü söyleme hakkına sahip olduğunu zannederken, çevre, toplum, aile ve sağlık çalışanlarının sevgi, merhamet, fedakârlık ve destekleri gibi çok değerli şeyleri kaybettiğinin farkında değildi. Böylece kişi, “Zarara rızasıyla katlanana merhamet edilmezmiş.” düsturu ile kendisi ve kendi kararı ile baş başa ve yapayalnız ortada bırakılıyordu. ‘Aydınlatılmış onam’ teranesi de kişiyi hiç anlamadığı bir alanda, ilk defa başına gelen bir durumda ve bir de hasta haliyle karar verme zorunluluğu ile karşı karşıya bırakmıştı. Hekim, “Sana her şeyi anlattım, artık karar senin!” diyerek bir kenarı çekiliyor hasta yine kendisi ve kendi kararı ile yapayalnız kalıyordu. “Hasta hakları” çığlıklarına karşı hekimler “özerkliğe saygı” ve “aydınlatılmış onam” kartları ile çıkıyor ve “Ne halin varsa gör!” demeye getiriyordu.
Geçen yıllar, sağlık hizmetleri gibi tarafların birbirine karşı olan güven ve sevgisine, bir tarafınsa çaba ve fedakarlığına dayalı olarak yürütülen bir hizmetin böylesine “birey merkezli” ve savunmaya dayalı bir şekilde yürütülemeyeceği gerçeğini ortaya koydu. Durum, Batı gibi “toplum merkezli” olmak yerine “birey merkezli” düşünen yerlerde bile böyleyken, bir özenti sonucu “pasaport sormadan” Batı patentli değerleri bünyesine katmaya çalışan ülkemiz ve ülkemize benzeyen ülkelerde daha büyük sorunlar ortaya çıktı. Geleneksel olarak ataerkil, toplum merkezli, aile öncelikli yaşayan Asya ülkeleri bugün artık “Western Bioethics” (Batılı biyoetik) değerleri şiddetle sorguluyor ve onların mutlak doğruluk ve geçerliliği yerine kendi öz tıp etiği anlayışlarını geliştirmeye çalışıyor.
Sonuç olarak, özerkliğe saygı, aydınlatılmış onam, hastaya her durumda açık sözlü olunması, hekim merkezli sağlık hizmeti yerine hasta merkezli sağlık hizmeti, karar verme sürecinde hekimi ve aileyi dışlayıp hastayı merkeze koyma ve buna benzer Batılı tıp etiği mottoları bizi bozar. Zaten bozdu da. Hasta hekimin tepesine çıktı, hasta hekime-hekim hastaya güvenmez hale geldi, hasta hekimin açığını kollar-hekim de hastası yararına asla elini taşın altına koymaz oldu. Çözüm; mevcut tıp etiği profesyonelleri ile zor ama öncelikle tıp etiğinin meşhur 4 prensibi (zarar vermemek, yararlı olmak, özerkliğe saygı, adaletli davranma) zincirinden kurtulmak gerekiyor. Sonra tıp etiğinin “evrensel ilkeleri” vardır hurafesini terk edip bize evrensel diye sunulan bütün ilkelerin “bizim için” uygun olup-olmadığı sorgulanmalı. Son olarak da kendi toplum yapımızı, maddi ve manevi değerlerimizi, hasta profilimizi ve onların beklentilerini yeniden gözden geçirip “kendi” tıp etiği ilkelerimizi oluşturmamız gerekiyor. Yoksa sağlık hizmetleri verirken devam eden bu didişme devam edip gidecek.