Son günlerde ülkede bir de sakal modası çıktı. Gençlerin neredeyse hepsi hem sakallı hem bıyıklı.
Bizim gençliğimizde de vardı bunlar. Uzun favori bırakmalar, kimilerinde saçlar enseden yele gibi uzanırdı. Solcu bıyığı, milliyetçi bıyığı, badem bıyık, çember sakal. Bunların hepsi değilse de çoğunluğu, kendini kanıtlamak kendini başkalarına bildirmek içindi. Şu bizden, şu bizden değil gibi. Sakalına, bıyığına göre öğrenci yurdunda yer bulurdun ya da bulamazdın.
Son zamanda yeniden ortaya çıktı bu işler. Hani fabrikada ya da sanayide çalışırsın da tıraş olmaya üşenirsin ya da hacı olunca uzatır da gezersin. Onlar başka, gençlerinki, çoğunluk tembelliklerinden.
“Yahu hocam işi gücü bıraktın da sakalla bıyık mı kaldı bir karışmadığın.” diyenleri duyar gibi oluyorum.
Arkadaşlar, kazın ayağı öyle değil. Malum, kadın hastalıklarıyla uğraşıyoruz.
Hastalarımız, eşlerimiz, çocuklarımız ya da annelerimiz. Klinik çalışma hayatında, kadın-doğum kliniklerinde, bu türden işlerde daha bir dikkat gerekiyor. Koridor girişinde mendil, tırnak kontrolü yapacak da değiliz. Ancak, bu klinikte görev yapıyorsak, bazı şeylere de dikkat etmeliyiz, diye düşünüyorum. Hastalarımızın yeri geliyor, en mahrem üreme organlarını muayene ediyoruz. O bölgelere yönelik girişim ve ameliyatlar yapıyoruz. Dönem dört stajyeri, intern ya da bir asistan, hasta odasına kirli, pasaklı ya da sakallı girdiğinde hastalardan şikâyet ve tepki alıyoruz.
Aslında hastalarımızın en az bir kısmının, eşleri, çocukları ve diğer yakınları da böyle saçlı sakallı ve pejmürde durumda. Ancak, hastalarımızın onlara aldırdığı pek yok. İlle de kendilerine sağlık hizmeti sunan ekibin (doktor, hemşire, öğrenci, hasta bakıcı, personel hiç fark etmiyor) hepsinin temiz kıyafetli, pırıl pırıl olmasını istiyorlar.
Tıp fakültelerinde, ilk üç yıl temel tıp bilimleri öğretiliyor. Öğrenci çok, derslikler kısıtlı. Bu nedenle derslerde yoklama bile yapılamıyor. Derse kim giriyor kim kaytarıyor, orası hiç belli değil. Sınavlarda başarılı olanlar bir üst sınıfa derken, üç yıl tamamlandığında, klinik tıp eğitimine başlıyorlar.
O güne kadar hiç klinik deneyimleri olmamış. Hiç kimse, klinikte, hastanede nasıl davranılır, onları karşılarına alıp da öğretmemiş. Sokakta görmeye alıştığımız insan manzaralarının aynısı hastanelerimizde. Bir farkla, burada gençler üzerlerine bir beyaz önlük geçirmiş vaziyetteler.
Eğitim başlar başlamaz, görevli asistanın dağıttığı hastaları hazırlamak için pürtelaş hasta odalarına dağılıyorlar. Hastanın ağrısı mı var, ameliyattan daha yeni mi gelmiş, saatlerce başka disiplinlerde konsültasyon sırasının gelmesini mi beklemiş ya da bir vesile ile kanser olduğunu yeni mi öğrenmiş, aç mı tok mu, uykusuz mu, ağrısı mı var, kimsenin umurunda değil.
Üstü başı düzensiz, saçlı sakallı ama beyaz önlüklü gençler, makineli ateşine tutmuş gibi, hastalara habire sorular soruyorlar. Hastaların kimi hiç konuşmuyor, uyuyor gibi yapıyor. Bazısı yanından kovalıyor. Hasta yakınları zaman oluyor, tartışmalara katılıyorlar.
Ardı ardına, hasta ve yakınlarından şikâyetler. “Burası üniversite,” deseniz olmuyor, “Onlar da eğitim alacaklar,” deseniz, yine olmuyor.
Hâl böyleyken, hastalarla doğru iletişim kurabilen, onlarla konuşabilen öğrenciler, istenilen bilgileri bir çırpıda öğreniveriyorlar.
Sakallı ve de bıyıklıyız vesselam. Son günlerin vazgeçilmez modası. Sakal bıyık “in”, gömlek kravat “out”. Önce sanatçı ve sporcular derken, tüm topluma yayıldı gitti. Sabahları, eskiden hep bir ağızdan okuduğumuz andımız gibi: “Türküm, doğruyum, sakallı ve bıyıklıyım…”
Bizim Milli Takım Çek Cumhuriyeti ile kendi sahamızda milli maça çıkıyor. Bizimkilerin alayı sakallı, onlar değil. Sonuçta golleri bizim kaleye sıralayıp, kemali afiyetle Milli Takımımızı yendikten sonra, yine sessizce çekip gidiyorlar.
Yahu, bize öyle söylememişler miydi? Keramet, sakalla bıyıkta değil miydi? Bu işte bir yanlışlık var galiba.
“Sen böyle yaz bakalım hoca. Dekan ve yardımcısı bile sakal bırakmış.”
Ne diyelim, vardır bir bildikleri.