Geçen haftadan kalan “keşke”lere devam ediyoruz.
Mecburi hizmet (veya yeni deyimle zorunlu devlet hizmeti yükümlülüğü) ve diplomasına el koyma uygulaması, devlet bursu almamış ise hekimlik dışında başka hiçbir meslekte olmayışı, 6 yıllık üniversite eğitimli pratisyen hekimin bir işçi maaşına yakın maaşa, 4 yıllık bir yüksek okul veya üniversite mezunundan daha az uzman doktor maaşına ve çok çok düşük emeklilik maaşına mahkûm oluş. Bu mahkûmiyetler, doktorun toplumdaki prestijini ve gururunu incitmekte ve psikolojik yapısı ile motivasyonunu olumsuz etkilemektedir. Keşke hastasına konsantre olacak iken, puan hesaplamalarına yoğunlaşmak zorunda bırakılan doktorun emekliliğe de yansıyan düzenli ve ne kadar olduğu belli bir maaşı olsaydı da, “nitelikli işten ziyade niceliğe dayanan, hastalık yok-hasta var-her hasta kendine özgü farklılıklar-teşhis ve tedavi yöntemleri gerektirir, doktorun yemek saati ve klasik memur mesai saati uygulaması olmaz” prensiplerine ters gelen ve yasal olduğu halde hastalık veya yıllık izinlerde çalıştırılmayan performans denilen ucube uygulama hiç olmasaydı (Çünkü doktor yemez-içmez, hele hele çay-kahve katiyen içemez, dinlenmeye ve tatil yapmaya kesinlikle hakkı ve zaten ihtiyacı da yoktur). Keşke olmasaydı!
Sağlık konusu, diğer birçok maddi eksikliğe hiç mi hiç benzemez. İnsan sağlığı için her türlü fedakârlığa hazırdır. Bu nedenle de güvendiği, ismini duyduğu, ilgilenecek, derdini dinleyecek ve anlatacak, hiçbir endişe duymadan bedenini teslim edeceği bir doktoru arar ve ona tedavi olmak ister. Böylesi bir yaklaşım, zaten yüzde 30-35 oranında plasebo etkisi ile hastanın iyileşmesini başlatır. Bir taraftan “Hekim açığımız var” diye dövüneceğiz, fakat diğer taraftan doktorların bir kısmının hastanedeki çalışmalarından dolayı katkı sağladıkları halde döner sermayeden tek kuruş almaksızın muayenehanede hasta muayene etmesini (part-time), bir kısmının ise resmi hastaneler ve üniversitelerde “full-time” çalışma yanında mesai dışında kendisini tercih eden hastaya özel ve makbuz karşılığı bakmasını engelleyeceğiz. Hâlbuki bu durumlarda doktorlar sanki iki doktormuş gibi bir çalışma içinde olmaktadırlar. Üniversiteler de belirli konularda kendini yetiştirmiş değerli öğretim üyesi kaybına uğramazlardı. Bu uygulama hem hastanın istediği doktora muayene olmasını engellemez hem aradığı doktora denk gelinceye kadar birkaç doktora muayene olup birden fazla reçete almasına da yol açmaz (hasta muayene sayıları ve reçete-ilaç sarfiyatları nedeniyle olan sağlık harcamaları şişmezdi) hem özel hasta muayene ücretine yaklaşan katkı payları ödemek zorunda kalmaz hem de istediği doktor bir özel hastaneye geçmiş ise aşırı ücrete mahkûm olmazdı. Keşke olmasaydı!
Resmi bir kurumda olup mesleki bilgi ve becerisine güvenen hekimin açmış olduğu bireysel muayenehane çalıştırmasına müsaade etmeyeceğiz (ki Kardiyoloji Derneğinin yaptığı bir araştırmada hastaların yüzde 97,5’i doktorunu güvenip seçtiği için, ancak yüzde 2,5’inin ise hastaneden yararlanmak üzere muayenehaneye gittiği belirlenmiştir), fakat aile hekimliği diye başlanan kurumları birer özel muayenehane haline getireceğiz. Keşke rastlanan ve abartılan birkaç istismar örneklerini engellemek üzere ciddi denetleme ve cezalandırma kurallarını koysaydık da, bakmak zorunda olduğu ailesine bakabilmek için ve resmi işini aksatmadan fazladan çalışmak isteyen, bu uğurda da sosyal yaşantısını feda eden doktorlar da resmi öğretmenlerin özel ders vermesi, gizliden müşavirlik-danışmanlık yapan, projeler hazırlayan diğer fakültelerdeki bazı öğretim üyeleri veya çok özel bir izin ile özel iş yapmakta olan bazı milletvekilleri gibi olabilselerdi! Keşke!
Ağustos 2011 tarihinde yayımlanan Adalet Bakanlığı kararnamesinde öğretim üyelerinden muayenehane açmış olanlarla ilgili olarak “yalnızca eğitim ve araştırma faaliyetlerinde bulunmak ve döner sermaye faaliyetleri kapsamında gelir elde edilen hizmetlerde çalışmamak kaydıyla mesai saatleri dışında yükseköğretim kurumlarından başka yerlerde meslekî faaliyette bulunabilir ve meslek veya sanatlarını serbest olarak icra edebilir” maddesi konmuş. Bu bağlamda 2547 sayılı YÖK Kanunu’nda geçen madde ise şu şekildeydi: “Üniversite ödeneği, idarî görev ödeneği, geliştirme ödeneği ve döner sermaye gelirlerinden pay veya ücret alamazlar.” Yıllardır “part-time” çalışan öğretim üyeleri döner sermayeye gelir getiren işlerde çalıştıkları halde, ücret tahakkuk etmeyeceği için bu aktivitelerini resmi kayıtlarda göstermemişler ve başka mesai arkadaşları ile birlikte (gözlemci, eğitici, usta-çırak çerçevesinde yönlendirici vs.), fakat onların adı yazılarak gerçekleştirmişlerdir. Yani son çıkarılan kararnamede geçen ifadeyi “gelir elde edilen hizmetlerde çalışmış olduğunu resmi evraklarda göstermemek, gelir talep etmemek kaydıyla” diye değerlendirirsek, yıllardır yapıldığı gibi öğretim üyelerinin YÖK Kanunu’nun emrettiği ve tıp eğitimi ile doktorluk mesleğinin olmazsa olmazı olan uygulamaları da yapmaları zinhar tamamen yasak olmamaktadır. Bu yaklaşım, 17 Şubat tarihinde Habertürk TV’de Basın Kulübu programında Sayın Sağlık Bakanı tarafından “Öğretim üyesi asistanın veya son sınıf öğrencisinin ve hazırlamış olduğu ve eğitimi için danıştığı hastayı gerekirse muayene eder, ameliyat yapamaz diye bir şey yok, isterse ameliyat da yapar, ancak işlemin-ameliyatın sorumlu hekimi olamaz, dışarıyla para ilişkisi olmasın diye” şeklindeki ifadesi ile açıklanmıştır. Yine Sağlık Bakanı 2 Mart tarihinde Akşam Gazetesi muhabiri Doruk Çakar’a verdiği demeçte “Muayenehanesi olan öğretim üyesinin üniversitede hastayla teması yasak değil. Sadece döner sermayeden pay alamıyor” diyerek, 26 Ağustos 2011 tarihinde yayımlanan kanun hükmünde kararnamede oluşan yanlış yoruma açıklık getirmiştir. Bu maddelerle ilgili yorum kaosunu Ekim 2011 tarihli köşe yazımda gündeme getirmiş ve Bakan ile aynı görüşün olması gerektiğini vurgulamıştım. Keşke başhekimler, rektör ve dekanlar ile bütün hekim arkadaşlar eski uygulamalar paralelinde olan Sayın Bakan gibi yorum yapıp, bugüne kadar Sağlık Bakanlığının ilk yaklaşımı tuzağına düşmeseler ve hem hastaları hem de eğiticileri oluşan mantık dışı durumlara sokmasalardı. İnşallah bundan sonra rahatlamaya yönelik anlayışlar başlar. Keşke!!!
Keşke sadece biz doktor ve diğer sağlık çalışanlarına reva görülen (Pardon, hak ettikleri için uygun görülen diyecektim!!!) zorunlu devlet hizmeti yükümlülüğü bütün fakülte ve yüksek okul mezunlarına ve yan ödemesiz düşük maaşlı performans sistemi bütün kamu kurumlarında uygulansaydı. Yani herkes biz sağlıkçılar gibi “Ağaçtan düşseydi”.
Keşkenin keşkesi !!!