Emperyalist devletler sömürdükleri ülkeleri, ruhuna vara kadar sömürmüşler. Bilim ve teknolojiyi yıkım için, dini sömürü için, sanat dilini’ de kendi dillerini köklü olarak yerleştirmek için kullanmışlar. İngiltere(birleşik krallık); Britanya, Mısır, Sudan, Kenya, Uganda, Güney Afrika, Gambiya, Sierra Leone, Kuzeybatı Somali, Zimbabve, Zambiya, Botsvana, Nijerya, Gana, Malavi ve daha nicelerini yüzyıllarca işgal edip sömürmüştür. Halkını devşirerek geride bıraktıkları iktidarları da, kukla “Hükümdar/Başkan/Cumhurbaşkanı” atayarak, asıl kararları İngiliz sömürge memurlarına aldırırlar. Hem dinini, hem dilini ve hem de ruhunu alarak sanat dilini de İngiliz dili ile yapar hale geldiler. Bu gün bile İngiltere, birleşik krallık diyor ve taht törenleri de ortaçağ taht törenleri gibi günümüzde, hayran hayran izleniyor. İzleyip alkış tutan satılmış, zombi ruhlar da hiç ama hiç kınamıyor. Hiç kimse modern bir çağ’da krallık olur mu hiç? diye sormuyor! Bunlara alkış tutan, devşirilmiş bizden görünen ancak onlardan olan nice içimizdeki kuklalar; daha ‘delalet(deliller)’ ile ‘dalalet(sapıklık)’i ayıramayacak kadar, kör cahil, ecdad düşmanlığı yapıyorlar. İngiltere’ye yeni başbakan olarak atanan Hint asıllı Rishi Sunak’ın sizce Hintli kültürü, dini, ya da dili kalmış mıdır !? İtalya, Fransa gibi diğer emperyalist ülkelerde de durum aynı, halen kan ve gözyaşı üzerine refahını sürdürüyorlar. Demek ki şöyle denebilir; dilini, dinini ve sanatını kaybetmiş ülkeler sömürge ülkeleridir. Her kim dinine, diline ve sanatına sahip çıkmışsa, özgürlük ve bağımsızlığından ödün vermemiş, bağımsız kalabilmişlerdir.
Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemlerinde; Hz.Mevlana, Hacı Bektaşı Veli ve Yunus Emre gibi yüce şahsiyetlerin ortaya çıkışıyla halkın biricik umudu yeşermiştir. Hoca Ahmet Yesevi geleneğinin bir takipçisi olan Yunus Emre, tasavvufî
öğretisini, büyük sıkıntı içinde olan ve sığınılacak bir liman arayan halka edebî değeri eşsiz olan şiirlerle sunmuş ve halkın kurtuluş çaresi olmuştur. Yunus Emre’nin iyi bir medrese eğitimi gördüğü, burada din bilimlerini öğrendiği, Arapça ve Farsçayı iyi derecede bildiği konusunda tereddüt yoktur. Yunus Emre, bu sürecin sonucunda tasavvufî
öğretisini, hikmetli şiirler söyleyerek ve yaşayarak halka –onların diliyle ve onlardan biri olarak-sunmuştur. Bu yüzden 700 yılı aşkın bir süredir şiirleri dilden dile dolaşmaktadır. Bilindiği gibi Mevlana, bütün eserlerini Farsça yazmıştır ve dünya ölçekli bir mutasavvıftır. Yunus Emre ise, tasavvufu geniş halk kitlelerine duru bir Türkçeyle ve edebî değeri yüksek bir söyleyişle sunmuş, böylelikle Türk şiir dilinin yüksek düzeyde ilk örneklerini sunma başarısını göstermiştir(https://yunusemreyili.com/yunus-emre-kimdir/).
Hz. Yunus Emre, Türk dilini en iyi kullanan tasavvuf ve ilim ehlidir. Bunu bildikleri halde, asla bu milletin olmayan sözde aydınları; Yunus’tan din ve dil bağını koparamadıkları için, halk ozanı diyerek aşağılamışlar, metalist ruhsuz bir hale büründürmüşlerdir.
Dil’imi de, dini’mi de ve dahi sanatımı da bütün olarak görür; vatan sevgisini özge can kılan bu bütünlerle severim. Bilirler ki, bunlardan biri kopsa; zincirin diğer halkaları da kopacak; vatan sevgisi olmayan insanlar türeyecek. Sonuçta, böyle insanların mankurtlaştırılması daha kolaydır!. Dil’ini sev, yaşat ama asla dilinle özdeşleşen milletini de ırkçılık hastalığına kurban verme. Koca Osmanlıyı kuran asil ecdadım’ın kullandığı ve bize miras kalan ‘Osmanlı Türkçesini’ de hor görme, zenginlik diye sarıl. Bölücülük malzemesi olarak kullanma. Bu niyetle yaklaşan, sahte Türk Dilciler’in, daha yakın zamana kadar başındaki zevat Siyonist bir yahudi ve Türk düşmanı değil miydi ! Irkçılığa dönüştürülerek, aslında dile sahip çıkma maskesi altında nice bölücüler var ve var olacaktır da… Asla bunlara da prim vermemek lazım.
“…Evvelâ: Şu dünya yüzü, hususan şu memleketimiz, eski zamandan beri çok muhaceretlere(göçlere) ve tebeddülâta(değişime) maruz olmakla beraber, merkez-i hükûmet-i İslâmiye bu vatanda teşkil olduktan sonra(payitaht, İstanbul), akvâm-ı saireden(diğer milletlerden) pervane gibi çokları içine atılıp tavattun(vatan) etmişler. İşte bu halde Levh-i Mahfuz açılsa, ancak hakikî unsurlar(milletler) birbirinden tefrik edilebilir. Öyle ise, hakikî unsuriyet fikrine(milliyetçilik) hareketi ve hamiyeti bina etmek, mânâsız ve hem pek zararlıdır. Onun içindir ki, menfi milliyetçilerin (ırkçıların) ve unsuriyetperverlerin reislerinden ve dine karşı pek lâkayt birisi, mecbur olmuş, demiş: “Dil, din bir ise millet birdir.” Madem öyledir. Hakikî unsuriyete değil, belki dil, din, vatan münasebâtına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dahildir (RNK.26.mektub, 456-457).
Din dili(Kuran dili), ne ise odur. Bu tartışma götürmez bir gerçektir. Bu kapıdan, dili sevme ve koruma adına giren, Kelamı Kadim olan Hz. Kur’an dilini ve dinini eleştirenlerin tamamı; ne öz dilini ne de dinini sevmeyen, dinsiz(deist-ateist) ve vatansız insanlardır. Vatan savunması söz konusu olduğunda da, karşıdan size ilk taşı atan bu vatansızlar olmuştur.