Bilim ile din arasındaki bir ilişkilendirmenin içeriği, Avrupa bilinç zamanının hâkim olduğu 19. yüzyıl dünya koşulları ile Amerikan bilinç zamanının hâkim olduğu 20. yüzyıl, özellikle de 1950 sonrasındaki dünya koşullarında önemli farklılıklar gösterecektir. İlkinde salt kavramsal bir karşılaştırma ve değerlendirme yapılır ve hakikati temellük etme hakkı bilime verilir. İkincisinde deneyimsel bir karşılaştırma ve değerlendirme yapılır ve hakikati temellük etme hakkı bilim ve din arasında paylaştırılır. Günümüzde çağdaş gelişmelerden habersiz olanlar iki kavramı çatışma halinde tasarlarlar, ama bilim felsefesinin yanı sıra pragmatizm ve liberalizmden biraz haberdar olanlar bilim ve din arasında çatışma olduğunu iddia edenlere sadece şaşırırlar. Her iki tavırda da aslında sadece Batılılar vardır.[1] Postmodern ve post-kolonyalist felsefeler bu iki tavra bir üçüncüsünü eklerler ve hakikatin ne olduğundan ziyade kimin hakikatinden söz edildiğinin önemli olduğunu belirtirler. Buna göre, bilim de din de gereksinimleri giderebilen ve aynı zamanda sahiplerine kazanç sağlayan iki alandır. Aradaki ilişkide önemli olan, bilimin kimlere ve dinin kimlere bırakıldığıdır.[2]
Michel Foucault, yaşadığımız yeni dünyada “hakikat nedir?” sorusunun yerine “kimin hakikati?” sorusunun geçerli ve anlamlı olduğunu; felsefenin temelde güncelliğin doğru kavranmasıyla görevini yerine getirmiş olacağını saptamaktadır. Ona göre, ikinci soru, güncelliğin doğru kavranabileceği bir eleştirel ontoloji (critical ontology) içermektedir.[3] Eleştirel ontoloji uygulanarak bakıldığında, bilgi veya bilim ve din veya “Tanrı’nın bizleri görmesi” arasında herhangi bir gerilim veya çatışma bulunamaz, çünkü biraz yumuşatarak söylersek, bilim de din de gücü ellerinde bulunduranlar ile geniş insan kitleleri arasındaki müzakerelerin sonucu birer düzenektir. İkisi de insanın gereksinimleri için vardır. Varsa bir gerilim ve çatışma, bu iki alanı temsil eden insanların çıkarlarıyla ilgili olabilir.[4] Bu son cümle, Paul Feyerabend’in açımladığı bir önermeye karşılık gelmektedir. Feyerabend’e göre, 17. yüzyıl fizikçilerinin daha sonra papaz, matematikçilerinin ise fizikçi olarak anılmalarının gerekçesi, ikincilerin tarafını tutan tarih yazımı ile ilgilidir. Galileo Galilei’nin meşhur teleskobuyla yaptığı gözlemlerin doğru neticeleri kadar önemli olan, tabir yerindeyse, sonraları Galilei’nin hep haklı olmasının öyküleştirilmesi gereğidir. Aksi takdirde Galilei’nin ulaştığı sonuçların bazılarında zorlamalar bulunduğu gibi hesaplamalarının bazılarında pekâlâ hatalar bulunmaktaydı.[5]
Bilim ile din arasında bir çatışma veya uyumdan eşit ölçüde söz edilebilir. Burada belirleyici olan daima iki kavrama ait temsillerin tarihsel gereksinimleri olacaktır. 19. yüzyılda dinin gerilemesi gerekiyordu, çünkü Kutsal Engizisyon Avrupalı bilim insanlarına haksızlıklar etmişti. 20. yüzyılda dinin bir iade-i itibar elde etmesi gerekiyordu, çünkü 19. yüzyılda ve erken 20. yüzyılda sırtını bilime dayamış olanlar Avrupa’da Hıristiyan dindarlara ve özellikle Yahudilere haksızlıklar yapmışlardı. Bunun gibi eldeki bilim insanlarının ve din insanlarının yeterlilikleri ve piyasadaki kazançları da belirleyici bir etkendir. Örneğin Kutsal Engizisyonu yönetenler de 16-17. yüzyıllarda birçok bilim insanının bulgularıyla din arasında bir çatışma olmadığının farkındalardı, ama açıkçası paranın yanlış ellerde toplanmaması için bir çatışma varmış gibi gösterilmeliydi. İslâm Ortaçağında İbn Sînâ’nın kelamcıları, Gazâlî’nin filozofları ve İbn Rüşd’ün kelamcı ve fakihlerin tamamını gözden düşürmek istemesinin nedeni kesinlikle bir temsil savaşıdır. Doğru bilgiye karar verme, onu konuşma ve ondan kazanç elde etme hakkı kimde olmalıdır? René Descartes’ın Discours De La Methode’yi 1637 yılında Latincede değil de Fransızcada yayınlamış olması bütünüyle bu kazancın yeni sahipleriyle ilgili bir girişime göndermede bulunmaktadır. Gelişmiş uygarlık merkezlerinde çoğunlukla yetkin bilim ve din bilginleri bulunur ve aradaki rekabetin neticesinde, yani daha çok kazancı elde edecek bilginlerin belirlenmesi gereğine istinaden bilim ile din arasındaki ilişkinin içeriği kararlaştırılır. Burada önemli bir ayrıntı, bilim ve dinin temsilcisi olan bilginlere de bir gücün karar veriyor olduğudur. Günümüzde fen bilimleri, sağlık bilimleri, sosyal bilimler ve eğitim bilimleri arasındaki rekabetin zemini de aynıdır. Foucault ve Feyerabend’e katılarak söylemek gerekirse, hiçbir bilimin ve dinin tarihi masum değildir ve gerçekten emek vermiş insanların tamamını içermez. Bilim tarihlerinde Çinlilerin, Hindistanlıların, Mezopotamyalıların, Mısırlıların ve özellikle de Müslümanların emeklerine ayrılmış bütçe ve hacimlerden ne denilmek istenildiği rahatlıkla anlaşılabilir.
Bilim ile dinin birbiriyle uyum veya çatışma içerisinde olduğunu kolayca söylemek biraz bilgisizlikten, biraz da deneyimsizlikten kaynaklanır. Önemli olan şartlardır. Bilim ve din insan için var olan iki önemli kurumdur ve bunlardan birine düşmanlık söz konusu ise, burada üstü kapalı olarak birini temsil eden insanlarla ilgili rekabet durumu veya rahatsızlık vardır. Kimse bunu açıkça anmadığı için mesele iki kavramın spekülatif ilişkisine bırakılır. Bazen gücü olan hak eder, bazen de hak eden güçlenir. Yani mesele hiçbir zaman bilim ile din arasındaki bir mesele değildir. Spekülatif argümanlara kapılmamak gerekir. Bir tarihsel dönemde toplumsal eğilim ve doğrulara bazen bilim denilebilir, bazen de din denilebilir. Çok spesifik bir örnek olarak evrim ile yaratma görüşlerinin ikisi de spekülatiftir ve hangisinin daha doğru olduğu veya ikisinin birbiriyle özdeş dahi olup olmadığı bütünüyle tarihsel şartlara bağlı olarak değişecektir.[6] Buna rağmen iki kavram arasında halledilmesi gerekli bir sorunun olduğunda ısrar ediliyorsa, burada spekülasyondan kazanç elde etmeye yönelmiş birilerinin varlığı da görmezden gelinmemelidir.
KAYNAKLAR
[1] Bkz. Carles Salazar, Joan Bestard (ed.), Religion and Science as Forms of Life: Anthropological Insights into Reason and Unreason, New York, Oxford: Berghahn, 2015;
[2] Analitik bir bakış açısı vermesi için şu çalışma bir örnek niteliğinde okunabilir: Stuart Glennan, “Whose Science and whose Religion? Reflections on the Relations between Scientific and Religious Worldviews”, Science & Education / (2007), s. 797-812.
[3] Michel Foucault, “What is Enlightenment?”, Foucault Reader; ed.: Paul Rabinow, New York: Pantheon Books, 1984, s. 47-50.
[4] Paul Rabinow (ed)., Foucault Reader, New York: Pantheon Books, 1984, s. 54-56, 148, 235, 356.
[5] Paul Feyerabend, Against Method, New York: Verso, 3. Basım, 1993, s. 39-40, 77-85, 125-134.
[6] Bu bağlamda ufuk açıcı bir çalışma için bkz. Stuart A. Kauffman, Reinventing the Sacred: A New View of Science, Reason, and Religion, New York: Basic Books, 2010.
1 yorum
Hakim gücün dini ve bilimi hükmetmek için bir araç olarak kullandığını ifade etmişiniz. Buradan devam edecek olur isek; din istismarı diye bir kavram var ve akla yakın geliyor, bilimin istismarı var mı?