Anadolu’nun mütevazi bir köyünde doğdu, muhafazakar bir aile yapısı vardı. Erken yaşlarda köyünün bağlı olduğu il’e göçtüler. İlkokul sonrası, ailesi imam hatip lisesine verdi. Başarılı ve hırslı bir öğrenci olmuştu. Dönüşümler o yaşlarda başladı. Okul ortamında birlikte olduğu arkadaşlardan farklı olmak istiyordu. Onlar gibi görünmek, ancak onlar gibi düşünmemek, okul sonrası farklı kulvarlarda olmak istiyordu. Okulunda, en iyi hadis ezberleme yarışında birinci olmuştu.
Olduğu gibi görünmeme, her temas ve ilişkiden çıkar sağlama dürtüsü o sıralar başlamıştı. İşi zordu, ama bunu başarabilecek zeka ve cambazlıklara sahipti. İkili görünme, öyle ya da böyle görünmeye başlamıştı. Fakat bu beklenti hem erken başlamış, hem de yanlış kulvarda başlamıştı, yani yarışı baştan kaybetmiş gibi görünüyordu. Ancak, yapacak bir şey yoktu ve bu durumdan en kısa sürede nasıl karlı çıkarım? diye ciddi planlar yapmaya başlamıştı!.. Kendince çizdiği hayat programını uygulamaya koymuştu bile. Liseden mezun oldu, yine Anadolu’da bir üniversiteyi kazanmıştı. İşte imam hatip’li kimliği burada işine yarayacaktı ve hemen kimliğini gösterdi, cemaat evlerinden birinde bu kimlikle kaldı ama içi rahat değildi. Üniversite de kaldığı arkadaşlarla yalnızca geceleyin beraberdi, gündüz farklı biriymiş gibi, başkalarıyla birlik oluyordu!. Üniversite bitmeli ve bu insanlarla ilişkisini kesmeli idi. İki yıl kadar bu evde kaldıktan sonra, ayrıldı, sıradan bir evde kalmaya başladı. Mezun olduğu liseyi ve iki yıl kaldığı arkadaşlarından hiç bahsetmiyor, onları hatırlatacak her şeyden uzak duruyordu. Ruhunda iki kişilik oluşmaya başlamıştı ve acı çekiyordu. Kafaya koymuştu, “hayatta tek amacı vardı, oda menfaat”. Bu hedef için her şey mübahtı… Sonradan, eşi aracılığıyla tanıştığı bir şeyh’ten de hem dua ve hem de icazet almıştı ya da öyle inanıyordu. “Bir çıkar elde etmek veya zarardan kurtulmak ve aşağılık duygusu nedeniyle kendini başkalarına kabul ettirebilmek” için söylediği yalanlar, psikolojik bir travmaya dönüşmüştü.
Söylem ve davranışları hep taklitti. Türk müziğini sevmez, batı müziğini sever gözükür, ancak anlamazdı da, lakin ne çare katlanmalıydı !. Üniversite bitti, asistan olarak girmek istediği üniversite yetkilisi, lise ve iki yıl kaldığı arkadaşları da referans alarak asistan olarak okula almıştı. Tabi bu durumda, öbür kimliğini hemen gösteriverdi. Kişilik bozukluğu başlamış, omurga eğilmişti. Daha asistanlık yıllarında kiminle temas etse, onlara zarar vermeye başladığından, herkes ondan uzak duruyordu. Kendisinden değil, profesyonelce söylediği yalanlardan ürküyorlardı. Yalancılığı, psikolojik bir hastalık, yani patolojik/marazî bir durum halini almıştı. Kişilik bozukluğu belirtileri, hem de birçok hali görülmeye başlamıştı.
Erken yaşlarda başlayan bu kişilik bozukluğu, maalesef tedavi edilemiyor ve bu insan tiplemeleri, bir çok militan idareci ya da kişiler için, kullanılabilecek ideal bir aparat haline dönüşüyordu. Asistanlık ve diğer akademik kariyerleri bir bir geçiyordu, ancak yine de çok rahat değildi. Bulunduğu yerde iyi analiz edilmiş, herkes kendisinden uzaklaşmıştı. Kırdığı pot bini geçmiş, zarar verebileceği insanlar azalmıştı. Oradan uzaklaşması gerekiyordu.
Doğu’ da olduğu sürece, o yörenin geçer kartı ne ise onu oynadı ve kendisine göre kazanmıştı. Ancak, artık oralardan uzaklaşmalı, kendisini fazla tanımayan ya da kendisini hiç tanımadıklarına inandığı bir yerlere gitmeliydi. Toplantı yada sempozyumlara hiç katılmaz, yada katılsa bile hemen kaybolurdu. Aradığı fırsatı bulmuştu. Anadolu’nun içlerinde bir üniversiteye geldi.
Dönem tam onun dönemi idi. Ortalık toz duman, hukuk rafta, adeta takrir-i sükun kanunları uygulanıyor, iftira ve yalanların prim yaptığı, kırıla gittiği dönemler (28 şubat diye anılan dönemler). İşte tam bu işlerde kullanılacak bir tipleme idi. Bu seferde ulusalcı, milliyetçi kartını oynuyordu. Üniversite idaresi’de oldukça müsaitti. Pislik çukurunda ki yeri ve görevi hazırdı. Buraya gelir gelmez, hemen yeni kimliğini tanıtmaya çalıştı. Dernek ya da ocaklara giderek, eğitim semineri veriyordu…! Beklediği en son bir ünvanı daha vardı, belki dahası ve bir çok görevler. Bu planını da uygulamaya koydu.
Konuşurken, on cümlesinden dokuzu yalandı. İnsanların yüzüne bakmaz, sürekli ayak ve bacaklarını titreterek konuşurdu. Çoğu kez, bu yüzden, yaşça kendisinden büyüklerden ihtar alırdı. Tipik, ‘Narsistik Kişilik Bozukluğu’ hali idi. Bu hal, kendini beğenme ve öz saygı ile aşırı ilgilenmenin olduğu bozukluktur. Üstünlük duygusu, beğenilme gereksinimi, kendini karşısındakinin yerine koyamama, küstahlık temel belirtileridir. Temelde anne ile çatışmalar yatar. Tedavisi zordur, psikoterapi kullanılır[ www.armpsikiyatri.com/kisilik.asp].
Gelir gelmez kendisine iyi bir görev verildi. Bu görevden başka gayri resmi üstlendiği birçok görevi de vardı. İnsanları sınıflandırıyor, idarenin hoşuna gitmediği kişilerle ilgili yalan ve iftira yüklü, muhbirlik yapıyordu. O dönemin en revaç avı, irtica idi. Birkaç görev daha almıştı. Koskoca eğitim camiasını 3-5 kişi idare ediyordu. İftira ve yalanlar, bu eğitim kurumunda korku ve yılgınlığa sebep olmuştu. Ama, beyimizin keyfi tıkırdı. Sadistik Kişilik Bozukluğu’ da vardı. “…Yani ; ilişkilerinde acımasız veya küçük düşürücü davranış hakimdi. Şizofrenik bir psikolojik hal almıştı[http://www. mcaturk.com/mca_icerik. php= Sizofreni ].
Anadolu’daki yeni üniversitesinde, çiftlik ağasının elindeki maşa gibiydi! Beklentileri henüz bitmemişti, zaten vicdani prangalı ve gözü de karaydı. Tıpkı, efendileri gibi. Sırtını efendisine dayamış ve kendi sırtını da onlar için hazırlamıştı. Her kazancın bir bedeli olmalıydı. Kudretli, ancak o derecede zaaf ve acziyet içindeydi. Malumunuz, zalimler korkak olurmuş, işte bu da öyle bir ruh halindeydi. İftira attığı insanların ahını, sağlıklı vicdanlar taşıyamaz ve geceleri de uyuyamazdı. Zaten gözleri kızarmış, yerinde duramaz ve insanların yüzüne bakamaz bir hale gelmişti.
Korkuyordu, kendisini kullanan efendiler, ya geçmişini hatırlayıp, keser kendine dönerse !.. Geçmişinde kendisi gibi olduğuna inandıkları insanlara, bu maşa eliyle iftira attırıyorlar, sicilleriyle oynatıyorlardı. Değişik üniversitelerdeki hocalarını da kurumuna çağırıyor, onları ağırlıyor ve haklarında güzel şeyler söylüyordu. Malumunuz, alması gereken bir ünvan daha kalmıştı. Ayrıca, “kariyer günleri” adı altında paneller düzenliyor, reklamını da yaptırıyordu. Yani, zamanı kendisi için iyice olgun hale getirmişti.
Derken, son unvanını da alma zamanı gelmişti. Sabırsızlanmaya başladı. Baharla çağlayan sular gibi, bazı psikopatların ruh hali de böyle coşarmış !. Yine yerinde duramıyordu, birkaç günlük gecikmeden çok rahatsız olmuştu. Kıçını yaladığı efendisi hakkında hemen ileri geri konuşmaya başlamıştı. Bu süre, birkaç ay daha uzamıştı. O sıralar yine ortalık normal değildi. Hani, bulanık suda balık avlanılacak bir havaydı. Akademisyenlere gözdağı vermek gerekiyordu. Kurban aranıyordu, derken kurban bulundu. Senaryo kurgulanmış ve başrol oyuncumuz da hazırdı. Evet, bildiniz, beklenti içinde olan zat-ı zelil. Uyduruk bir soruşturma açıldı, iftiralar hazırdı ve tabi şahitleri de. Başrol oyuncusunun, kurumunda ve biriminde yetkili biri olduğu için ifadesi de önemliydi. Gerçi, göstermelik mahkeme ve soruşturma olacaktı, ancak olur ya, sistem normalleştiğinde ellerinde belge lazımdı !. İşte o belgeyi, bu psikopat, sayfalar dolusu iftiralarla, altın kâsede ellerine vermişti. Diğer, ifadesine başvurulanların bazılarında yalan ve iftiraya rastlanmazken, psikopatın ifadelerinden hareketle, doğrudan kurumdan ihraç talebiyle mahkemeye çıkarıldı ve ihraç edildi. Hiçbir belgelenmiş suç unsuruna emniyet kayıtlarında rastlanmadığı halde, ihraç edilen bir mazlum. Müsebbibi bu psikopat. Bu işlem sonrası beklentisine kavuşuyor ve son ünvanını da alıyordu. Tarihe not düşüldü. İnsanların bildiği kadar, kader-i ilahi kayıtlarına da ebeden not edildi. Ağaç ağlarmış, beni kesen baltanın sapı benden diye… Mazlumun dini olmaz. O mazlumların ahı bu gibileri de ondurmaz. Onların bağırlarını deler geçer ve o iftarının karşılığı, onlardan alınmadan, Allah canlarını almazmış.
Yalan, toplumda karşılıklı güven duygusunu yıkan, insanların birbirlerine karşı olan sevgi ve saygı duygularını sarsan, yüksek ahlâkî değerleri tahrip eden büyük bir âfettir. Toplumların dahi yıkılmasına yol açabilen en ciddi hastalıktır. Yalan, insan yaratılışında olmadığı için masum mesabesindeki küçük çocuklar kendiliğinden yalan söylemezler, büyüklerini taklit ederek yalana alışırlar. Yalan söyleye söyleye insan kalbi, devamlı yalancı bir intibâ ile kaplanarak, ruh hayatı, evhamlar dünyası halini alır. Artık kişi bu safhada âdeta iğneli bir beşikteymiş gibi yaşamaya başlar. Bu durum, ileride büyük buhran ve streslere sebebiyet verir. Nitekim münâfıkların yalana pervâsızca başvurmaları, onları psikolojik bazda streslere itmiş olacak ki, Kur’an, onları hasta olarak nitelemektedir: “Onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için elîm bir azap vardır. (2/Bakara, 10)”.
Yakinen şahit olduğum bu olay/lar, Anadolu üniversitelerinin birçoğunda sahneye konmuş. Akademisyenlerin çoğunda, işten atılma korkusu, görev ya da ünvan beklentisi ile omurgaları kırılmış. Senaryo ve oyuncular aynı. Dikkat ! akıllı deliler var aramızda, maalesef hastalığın tedavisi yok. Çünki, bu deliler, bu hastalıklarından dolayı ödüle boğuluyor. Ta ki bir sonraki sahnede tekrar rol alabilsinler… Yaşanmış binlerce zulumden bir örnek. Her gün atılma korkusu ile kurumuna gelen ve omurgasını sağlam tutan, az sayıdaki vatansever akademisyenlerin dik durması; bu kurumları ayakta tutan sadakalar gibi olmuştur.
Akademisyenlerde motivasyon eksikliğine sebep olan başka bir tehlike daha var ki (Özlük hakları dengesizliği vb. lerine sıra gelmez) çok vahim. İçinizi kemiren sinsi düşman gibi. Adil ve hukuktan yana, özlük haklarına ilişmeyen, örtüsü ya da inancından dolayı ikna odalarına sokmayan, insanları ötekileştirmeyen, kendisine diktatör dendiği halde diktatör gibi davranmayıp, hakkını hukukta arayan iktidarın en büyük düşmanı; iktidar gücünü kullanıp, şu veya bu şekilde özel/tüzel kişilere eziyet eden, adaletsiz davranan, mobing yapan; narsist ruhunu tatmin edip, günahını iktidara yıkan özel/tüzel kişilerin varlığıdır. Bunlara maruz kalanların hedefi, doğrudan iktidarı suçlamaktır ve doğaldır da!. Hedef olmaması için, iktidarında bunların farkında olması gerekir. Merkezi yönetimden uzak yerlerde iktidarı temsil eden, feraset ve basiretten yoksun kişi ya da kurumların takibi de elbette yine iktidara düşer!…
Üniversiteleri bu hale sokan ve fırsat bulduğunda yine o hale dönüştürecek olan gezi zekalılar ve gayri milli siyasiler olmuştur. Böyle zulümlere, çok şükür 20 yıldır rastlanmıyor. Ancak, böyle üniversitelerin ve bu üniversitelerde psikopat ruhlu, kullanılmaya müsait akademisyenlerin gelecekte de var olabileceği düşüncesi, akademisyenlerde şimdilik motivasyon eksikliğini baskı altında tutsa da, korkusu hep içlerinde saklı kalacaktır.