Kırık Cam Teorisi, atmışlı yıllarda Polatlı’da, okuduğum ve şimdi öğretmenevi olarak hizmet veren ortaokulun yan duvar camlarının tatil aylarında baştan başa kırıldığını anlatır. Diğer ön ve arka camlar sağlam kalırken, yan taraftakiler toptan kırılmıştı. Her sene okul idaresi, dersler başlamadan önce kırılan camları tamir ettirirdi. Okulumuzun yan yüzü bahçe duvarına çok yakındı, duvar da sokağa. Eline bir taş alan her çocuk, tatillerde camları kolayca indirebiliyordu. Hele bir de öğrenci sınıfta kaldıysa.
Aşağıdaki örnek ilginç geldi, sizlerle de paylaşayım dedim:
Ünlü Stanford hapishane deneyiyle tanınan ve bu konuda pek çok kitaba ve filme ilham kaynağı olan Profesör Philip Zimbardo, bir başka başarılı ancak görece daha az ünlü araştırmaya önderlik etmiştir. Bu deneyde, iki sahipsiz araç biri zengin, diğeri fakir bir mahallede olmak üzere, iki ayrı sokağa bırakılmış.
Bir hafta sonra, zengin mahalledeki araç tek bir çizik almamışken, fakir bölgedeki arabaya tamamen zarar verilmişti. Daha sonra araştırmacılar durumda şiddet ve değişiklik yapmak ve gözlemlemek için hala mükemmel durumda olan arabanın camını kırdılar.
Sizce ne oldu dersiniz? Hırsızlık, şiddet ve vandalizm bu arabanın da sonunu aynen fakir mahalledeki arabaya benzetti.
Sonuç olarak, araştırmacılar sebebin yoksulluk olmadığını; terk edilmiş bir aracın camının kırık olmasının kayıtsızlık, zarar verme ve zaten dikkat çekmeyeceği algısının oluşmasına neden olduğunu anladı. Başka bir deyişle, kanunsuzluk, kuralsızlık ve itaatsizlik hissi yaratılmış oldu. Kırık cam, o aracın zaten değersiz olduğu izlenimini yarattı. Bu koşulda, arabaya yapılan her bir saldırı vandalizm kontrol edilmez hale gelinceye kadar bu fikrin onaylanmasına ve tekrar edilmesine neden oldu.
Seksenlerde New York metrosu, şehrin en tehlikeli yeriydi. Kırık cam teorisini referans alarak, metro istasyonundaki zararı telafi etmeye koyuldular. Her yer temizlendi, grafitiler silindi ve soygunlara karşı büyük önlemler alınarak cezalar kesilmeye başlandı. Sonuç olarak metro daha güvenli bir hale getirildi.
Kesin olmayan kurallarla tıpkı araba deneyindeki gibi camların kırılmaya devam edeceği aşikar. Bu esnekliğin artık çok gevşek olmaya başladığı kuruluşlarda da olabilir. Kimsenin onarmadığı bir binada kırık bir cam varsa, diğer camların sonunun da aynı olması kaçınılmazdır. Eğer bir toplumda umutsuzluk işaretleri görülüyor ve kimse umursamıyorsa, bu o toplumda daha fazla suç işlenmesinin yolunu açabilir.
Şimdi, “bu yazının burada ne alakası var arkadaş” diye merak edenleriniz olmuştur. Alakası şu: Özellikle hastanelerimizdeki acil servislerde, devamlı olaylar olduğundan, camların bir kısmı ya çatlamış ya da kırılmıştır. Bizde kırılanı değiştirirler de, çatlayan cama pek ilişmezler. Zira kırılan camdan içeri soğuk girer. Çatlayan ile bir süre daha idare eder denilir.
İnsanlık halidir, oturulan koltukta bir yırtık varsa, el bilinç altı hemen oraya gider. Farkında olmadan, yırtığı biraz da siz uzatırsınız. Hele de koltuk başkasının malıysa. Hastanenin, devletin ya da özel bir işletmenin, hiç fark etmez. Hastanelerdeki kırık fayans, çatlak lavabo, çatlak pencere camı, koltuk, çekyat, sandalye, musluk, rezervuar, yırtık çarşaf, battaniye vs., artık her ne varsa, bozuk ve işlev göremez halde bulunmamalı. En kısa zamanda tamir edilmeli. Boyası, badanası bozulmuş yerler hemen düzeltilmeli. Duvarda bir ayakkabı izi varsa, bu ikincisi için aslında bir davetiyedir.
“İyi de, biz tamirci miyiz abi?” – değiliz tabii. Ancak yukarıda verilen örnekleri kendimize de uyarlayabiliriz. Tek tek hasta odalarında, tuvalet viziti yapan eski hocalarımızı şimdi çok daha iyi anlıyorum. Nurlar içinde yatsınlar. Çalıştığımız yerler, muayene odaları, masa, sandalyemiz, hastane odaları, koridorlar pırıl pırıl ve tertemiz olmalı. Bizzat kendi kıyafetimiz için bir kez daha sizlerle paylaşmaya, bilmem gerek var mı?
Hiç dikkat ettiniz mi, başhekimlerin odaları nasıl da tertemizdir. Bal dök, yala derler. İçeriye, üstünüzü başınızı düzeltmeden, ceketinizi iliklemeden giremezsiniz. İşte, hastanelerimizin her yeri, koridorlar, hasta odaları aynen böyle olmalıdır. Ayrıca, sağlıkçı ve hekim olarak, kendimiz, hastalarımız ve özellikle toplumumuza saygı için kılık-kıyafetimize de olabildiğince dikkat etmeliyiz. Nasreddin Hoca’nın o çok meşhur, herkesçe de bilinen “ye kürküm ye” öyküsünü de aklımızdan çıkarmayalım. “Ne kadar ekmek, o kadar köfte.” İş, bu kadar basittir arkadaşlar.