Şairin dediğinin tersine, ben de ‘İstanbul’a gitmenin Ankara’ya dönüşünü seviyorum’. Bu şehir, hayatımın elli beş yılından fazlasını yaşadığım, büyülü şehir. Sokağını yolunu bildiğim, sert ama bir o kadar da mert insanların şehri. Tıpkı fakültemiz gibi, yoktan var edilmiş. O yüzden kırkıncı yıl toplantılarına davet edilince, ver elini Ankara’ya dedim.
Gazi Tıp Fakültesi’nde, otuz yılım geçmiş. Önceleri, büyüklerimizin Trafik hastanesi anılarını dinlerdik. Zaten yedi, sekiz kadar profesörümüz vardı. Doçent ve yardımcı doçent olan biz gençler, çoğunluktaydık. 1986’da ben geldiğimde, şimdi adına B blok denilen, kız yurdundan restore olan hastanemiz açılalı daha bir kaç ay olmuştu. Fakülteye her yeni başlayanı, hocası elinden tutarak diğer hocalarla tanıştırdığı bir dönemdi. Yıl başlarında, bayram öncelerinde bayramlaşılır, sevinçler paylaşılırdı. İşte ben de, tam bu zamanlarda tanışım dekanımız Sadık hocayla. Onlar gibi biz de bir odada üç kişi, yokluklar içinde çalışıyorduk. Masa ve sandalyelerimizi Ziraat Bankası’nın hurda deposundan getirtmiştik. Tomografi, ultrason gibi pek çok sofistike aletimiz henüz yoktu. Yeni yapılacak olan hastanenin, on katlı mı yoksa son beş katının kabası yapılıp alt katlarının açılacağı, dönerlerin o ay ödenip ödenmeyeceği çok tartışıldı. Bir şeylere inanmak çok güzel. Bizler de, fakültemizin daha iyi yerlere geleceğine hep inandık. Derken Kayseri’den bir de dekan transfer edince, iyi de oldu, işler birden rayına oturdu. Krediler bulundu. Yepyeni, bin yüz yataklı hastane binası, bir çırpıda bitirildi. Gelsin son model tıbbi cihazlar.
Yeni binaya taşınırken, eskileri atamıyoruz bir türlü. Asistanlar gelerek, ‘bizim çelik dolaplar ne olacak’ diye sordular. Biz onları, bankanın deposundan ne zorluklarla temin etmiştik. Öylece bırakamazdık. İdareciler, ‘yeni binaya bir çöp bile götürülmeyecek’ diyorlar. Gece olunca asistanlar ve çalışanlarla birlikte dolapları çaktırmadan bin bir zorlukla taşıdık da, olmadı, yeni yerlerinde sakil durdular. Depoya göndermek zorunda kaldık.
Yıllar içinde, fakülteye gelen gelene. Öğretim üyesi, doktor, hemşire, memur, sekreter. Geniş bir aile gibiyiz. Ailede her türlüsünden insana rastlamak mümkün. Çok çalışıp çok üretenler, daha az çalışanlar, dalgacılar, medyatikler. Benim gibi fakültede yaş haddinden emekli olana kadar çalışanların yanında, bazılarımız başka fakültelere, özel hastanelere, başka şehirlere transfer oldular. Para deyin, şöhret deyin, çocukların tahsili ya da eşinin işi. Adına ne derseniz deyin, onlar aileden pek zamansız gidenler. Adettendir, gelene hoş geldin derler de, gidene neden gidiyorsun diye sormazlar. Bu kapı daima açıktır. İsteyen bu kapıdan girer, beğenmeyen çıkar gider.
Gençlerin çoğu, fakülte bahçesindeki ‘hidrofor baba tekkesi’ni, poliklinik barakalarını, dergimize adını veren kirpimizi, garajdan bozma doktor ve hocalar yemekhanesini bilmeyebilirler. Yolda düşüp kalp krizi geçireni, sırtına alıp acile getirip hayata döndüren asistanımızı, acile vizite gelen bayan hocayı intern sanarak kahve ikram etmek isteyen asistanı unutmak ne mümkün. Bizler, cihaz ve aletlerimize o kadar sahip çıktık ki, klinikler arasında senindi benimdi diye alet kavgalarımız bile oldu. Cihazın biri, bir fizyolojiye, bir pediatriye gitti geldi. Sonunda kapısına kilit vuruldu da, kullanılamadan eskidi gitti. Alet için canını verenlerimiz bile oldu. İşte onun gayretlerinin eseri, ‘Prof.Dr. Kemali Baykaner Ameliyathane MR Ünitesi’, gururla hizmet vermeye devam ediyor. Kadirşinastır benim fakültem. Emekli olduktan sonra kaybettiklerimizin yanında, Kemali gibi, başka arkadaşımızı da görevleri başındayken kaybettik. Nurlar içinde uyusunlar.
Eskilere takıldım yine. Bir sabah erkenden dekan çağırıyor dediler. Bitişikteki başhekimlik odasındaymış. Hoca köpürüyor. Yemekhaneye yeşillerle gidenleri görmüş. ‘Olmaz efendim, olmaz’ diye Anestezi hocasına söyleniyor. ‘Onlar bizim internler, doğumhaneden geliyorlar’ dedim de, kıdemim yetmedi, beni dinleyen olmadı. Şimdilerde Bahçelievler ve Emek kafelerinde, hastane kıyafetleriyle gezenleri gördükçe zamanın rektörü Enver hocanın kulaklarını çınlatıyorum.
‘Para ve şöhret İstanbul’da, bilim ise Ankara’da’ derler. Sağlık kontrollerimiz için, hatta başım ağrısa bile, atlarım arabaya ver elini Ankara’ya, fakülteme. Dört yüz altmış kilometreymiş, umurumda olmaz.
Bir rahmetli hocamız, olur olmaz şeyler yüzünden didişip duran asistanlara, ‘gençler, sizler burada gece gündüz nöbetlerde birbirinizi ailenizden daha fazla görüyorsunuz, niye kavga edip duruyorsunuz, geçinmeyi öğrensenize’ derdi. Çok doğru, bizler yıllar içinde gündüz gece demedik, birbirimizi, ailelerimizden daha fazla gördük, huyumuzu suyumuzu davranışlarımızı biliriz. Çamaşırhaneden, teknik servislere, kliniklerden ameliyathanelere, toplantı salonlarından dershanelere, yemekhanelerden kantinlere kadar. Mücadelelerimiz daima, bizden daha iyi hizmet bekleyen hastalarımız içindi. Emekli olduktan sonra bile, gençlerimizdeki bilim aşkı, kararlılık ve azmi görüyor ve bu yüzden fakültemle gurur duyuyorum. İyi ki varsın Gazi Tıp.
Ekim 2019