Evet, doğru okudunuz, yılda yirmi beş kutu. Yaşlı nüfusun yoğun olduğu İskandinav ülkelerinden ya da refah seviyesi yüksek Avrupa Birliği’nden gelmedi bu rakamlar. Ülkemizdeki kişi başına yıllık ilaç tüketimini gösteriyor. Daha 2012 yılında yıllık ilaç tüketimi sadece 10 kutu idi.
Gelin, bugün bu kadar yüksek ilaç tüketiminin sebeplerini irdeleyelim.
Son yıllarda ülkemizdeki tüm sağlık kuruluşlarına hasta müracaatlarının misliyle arttığını biliyoruz. Hatta pek çok meslektaşımızın neredeyse beş dakikada bir hasta baktığını, hatta günde 70-100 hastalık bir poliklinik programı olduğunu söyleyebiliriz.
Biliyoruz ki hekime gelen her hasta mevcut sağlık sorununun hekim tarafından dikkatle dinlenmesini, özenli bir şekilde muayene edilmesini ve ardından da kendisine bir reçete yazılmasını ister. Bu kadar çok poliklinik muayenesinin olması, hastanelere müracaat edenlerin önemli bir kısmının gerçekte ciddi bir sağlık sorunu olmadığını bize telkin ediyor.
Peki, hekimin buradaki tutumu ne olmalı? Hekim, bir sorun saptamadığı hastasına bunu söyleyip göndermeli aslında. Ama pratikte bu iş o kadar kolay değil. Şu ya da bu nedenle polikliniklere gelen hastalar oradan mutlaka kendilerine düzenlenen bir reçete ile ayrılmak isterler. Hastasına zaten yeterli zaman ayıramamanın sıkıntısındaki hekim de çoğu zaman sadece palyatif amaçlı olan bir reçeteyi yazmak zorunda hissediyor kendisini.
Peki, bunun bir çözümü var mı? Öncelikle hastaların bilinçlendirilmesi, hangi durumda ve ne zaman hekime müracaat etmeleri gerektiğinin öğretilmesi, hatta bu eğitimin daha okul çağında başlatılması ve de hepsinden önemlisi, artık neredeyse unutulan “koruyucu hekimlik” hizmetlerinin ön plana çıkartılması şarttır.
Bir başka önemli konu da hekimlerin yazdığı ilaçların ne kadarının hasta tarafından kullanıldığıdır. Bu konuda bir istatistiki bilgiye ulaşamadım, ama eminim ki yazdığımız ilaçlar hasta tarafından belki satın alınıyor, ancak büyük kısmı ya hiç kullanılmıyor ya da bir iki tablet sonra ecza dolaplarındaki raflara bırakılıyor. Bunun sebeplerinin başında da “çok bilmişlik” geliyor. Nasıl mı? İlacı alan kişi önce prospektüsteki o (korkunç!) yan etkileri okuyor, sonra bununla da yetinmeyip internete giriyor. İnternet araştırmasının sonu genellikle prospektüstekinden daha kötü yan etkilere ulaşılmasıyla neticeleniyor. Hele bir de bilmiş tanıdık ve komşulara danışılınca, hekimin özenle hazırladığı reçetenin akıbeti belli oluyor.
Sonuç olarak bu kısır döngüden çıkmanın tek bir yolu var: Eğitim, eğitim, eğitim!..
Toplumu yeterince bilinçlendirdiğimizde eminim ki “akılcı ilaç kullanımının” ne olduğunu herkes öğrenecek.