Çocuk sahibi olmak pek çok evli çiftin en büyük hayallerinden birisidir. Ancak bilimsel veriler bugün bize göstermektedir ki yaklaşık her 10 evli çiftten bir tanesi doğal yollardan çocuk sahibi olamamakta. Aslında hiç de azımsanmayacak bu rakam, karşımıza önemli bir sağlık sorunu ve sosyal problem olarak çıkmaktadır. Bizim ülkemizde, infertilite (kısırlık) bir sağlık sorunu mu yoksa sosyal sorun mu? Dolayısıyla devlet, “yardımcı üreme yöntemlerini desteklesin mi, desteklemesin mi?” diye tartışıladursun, gelişmiş Batı ülkelerinde çiftler sağlık sigortaları kapsamında bu tedaviden uzun yıllardır yararlanmakta. Son yıllarda, biraz da AB yolculuğunun zorlamasıyla, sosyal-hukuk devleti olma yolunda hızla ilerleyen ülkemizde de sosyal güvenlik kurumları, halk arasında tüp bebek diye bilinen yöntemin masraflarını belli bir ölçüde karşılamaya başladı. Gazetelerde her gün bir başka tüp bebek haberi okuyoruz. Yalancı ümit verme -kandırmaca- ile sağlıklı bilgilendirme yelpazesi arasında değişen bu haberler, çocuk sahibi olmak isteyip de olamayan pek çok çifti tedavi kurumlarına koşmaya sevk ediyor. Tabii bu da “Tüp Bebek Merkezi” adı altında pek çok yeni sağlık kurumunun açılmasına neden oldu. “Pıtrak” gibi çoğalan ve kimi zaman gözünü para hırsı bürümüş “müteşebbisler” tarafından açılan bu ve benzeri sağlık kurumları bazen insanlara deva yerine dert olabiliyor. Herhalde bu durumda hizmet almaya talip olan kişilerin yapması gereken, söz konusu kurumda çalışanların bilimsel ve ahlaki -etik- standartlarını muhtelif yollardan öğrenmeye çalışıp ondan sonra tedaviye başlaması. Aslında her şeyden önce olması gereken devleti temsil eden kişi ve kurumların denetleme mekanizmasını doğru çalıştırması. Fakat ülkemizin en büyük sorunlarından birisi olan bu “doğru” ve “dürüst” çalışan denetleyici yoksunluğu çözülene kadar en büyük iş yine hizmet alanlara düşüyor.
Yardımcı Üreme Teknikleri (YÜT), veya tüp bebek denilen yöntemin etik yönlerine ilişkin yazılacak ve tartışılacak pek çok şey bulunmakta. Aslında, muhtelif vesilelerle yazdığım gibi her klinik uygulamanın tartışılacak etik boyutu bulunmakta. Fakat, özellikle ülkemizde, klinisyenler düzenledikleri toplantılarda çoğu zaman bu konuları kendi aralarında tartışır ve ahlaki, felsefi, hukuki, sosyolojik, psikolojik ve dini boyuttan yoksun bu tartışmalar sonucunda, “körler ile sağırlar, birbirini ağırlar”. Ancak yurtdışındaki pek çok bilimsel toplantıda klinisyenler kendilerini bu konuda geliştirmek adına Biyoetik ile uğraşan bir uzmanı -hekim, felsefeci, antropolog, ilahiyatçı, hukukçu, vs.- toplantılarına konferansçı olarak davet etmekte. Siz bu yazıyı okurken ben muhtemelen böyle bir toplantıda olacağım. European Society of Human Reproduction and Embryology (ESHRE), Middle East Fertility Society (MEFS), British Andrology Society (BAS) ve Asia Reproductive Biotechnology Society (ARBS) tarafından desteklenen 8th Congress on Reproductive Biomedicine ve 3rd Congress on Stem Cells Biology & Technology toplantılarının programını elime aldığımda oldukça şaşırdım. Üç günlük toplantının her gününde paralel oturumlardan birisi ‘Epidemiyoloji ve Etik’ -toplam 5 oturum-. Diğer oturum başlıklarının ‘Jinekoloji’, ‘Androloji’, ‘Embriyoloji’ ve ‘Kök Hücre’ olduğu toplantıda üreme teknikleri ve kök hücre teknolojilerinin epidemiyolojik ve etik boyutuna böylesine yer verilmesi, benim de burada 2 konuşma yapacak olmam bir yana, son derece memnuniyet verici.
Dünyanın pek çok ülkesinden konuşmacının katılacağı -görebildiğim kadarıyla bu toplantıda Türkiye’den 4 kişiyiz- ve programdan edindiğim izlenime göre dolu dolu geçmesini beklediğim bu toplantı bir sonraki yazımın konusunu teşkil edecek. O güne kadar sağlıcakla kalın…