“Deveyi yardan uçuran bir tutam ottur” derler. Tarih boyunca insanın da aklını başından alan, baştan, yoldan çıkaran “masa, kasa, nisa” ya da bir başka deyişle “makam mevki (iktidar, koltuk), para pul (menkul, gayri menkul), kadın (karşı cins)”dır. Normalde kadın – erkek ilişkisinin en özel ve mahrem şekli olan şehvet bile, erkek söz konusu olduğunda iktidar kelimesiyle ilintili olduğu için ‘iktidar şehveti’nden de söz edilir ve iktidarın cazibesi ve karşı konul-a-mazlığını belirtmek için kullanılır.
Bu başlıkta bir yazıyı yayınlanmış olan kitabıma koymak için hazırlamayı düşünmüş ve ilk paragrafını biraz yazmıştım ki, sonradan nedense vaz geçtim. Yazımda meslek hayatım boyunca koltuk ile ilişkimi yazıp anılarımı paylaşacaktım. Kısmet bu yazıya imiş.
Meslek öncesi hayatımdan bir iki not aktararak başlamak istiyorum. İlkokul 4 ve 5’de sınıf birincisi olduğum için teamül gereği sınıf başkanı idim. İlkokul 5’de öğretmenimiz o kadar çok sever ve güvenirdi ki, bazen sınıf arkadaşlarımın ödevlerinin kontrolünü bile bana bırakırdı. Ortaokulda din bilgisi ve ahlak dersi öğretmenimiz aynı zamanda tarım ve ticaret derslerimize de girerdi. Öğrencileri teşvik etmek ve en başarılı öğrenciyi ödüllendirmek için üç dersin not toplamı en yüksek olan öğrenciye kitap hediye edeceğini belirtmişti. İki defa kitabı ben aldım. Fakat üçüncüde ismi benimle aynı olan ve sınıf ikincisi olan arkadaşım da hediye alabilsin diye sınavda birkaç soruyu kasten yapmadım. Kitap hediyesini arkadaşım aldı, sevindi, ama hoca bana o soruları neden yapmayıp boş bıraktığımı sordu, gerçeği söylemedim, ‘elimden geleni yaptım’ deyip geçiştirdim. Zira bütün kitapları benim almam şık olmazdı ve ayrıca bazı arkadaşlarımın kıskançlık, haset duygularını da harekete geçirebilirdi.
İlk okuldan üniversite bitinceye kadar bırakın bir çalışma odasını, bir masam ve sandalyem bile olmadı. Evin her tarafında kitabımı defterimi alır, her türlü ahval ve şerait altında çalışırdım. Evin uygun bir köşesinde kendi dünyama çekilir, etraftan yalıtır, uğraştığım şeye odaklanırdım. İçimde bir ukde kalmış olmalı ki, evlendikten sonra evin bir odasını çalışma odası yapıp, kendime çalışma masası, koltuk ve portatif kütüphane aldım. Yıllarca kullandıktan sonra da, Van’dan ayrılırken klinik tıbbi sekreterimin kardeşi bir ofis açıyormuş, ben de masamı ve koltuğumu destek olmak babında hediye ettim. Masa ve koltuktan ayrılabileceğimi de kendime ispatlamış oldum!
Kitabımın “Van Tıp Yılları” bölümünün “İrfan Yalnız Gezer, Yoktur Şurekası” hatırasında da zikrettiğim üzere, fakültede ilk yıllar işlerimin fazla olmaması ve tecrübe kazanabilmek için fakülte kütüphanesini kurma ve Van Tıp Dergisi Editör Yardımcılığı yanında Başhekim Yardımcılığı ve Van&Hakkari Tabip Odası Başkanı olma istek ve taleplerim olmuştu. Muhtemelen gerek herhangi bir camaat ve tarikata mensubiyetimin olmaması nedeniyle kitlesel destekten yoksun olmam gerekse de kimseye eyvallah etmeyen, boyun eğmeyen, çekip çevrilmeye müsait bir mizaçta olmamam gibi sebeplerle geri çevrildi ya da etkisiz bir görev tevdii ile geçiştirilip savuşturuldu. (1)
Anabilim Dalı Başkanlığı ise tek öğretim üyesi olmam nedeniyle mecburen, iki yardımcı doçent olduğumuz dönemde de dekanın atamasıyla oldu. Üç yardımcı doçent olduğumuz dönemde ise yapılan seçimde iki karşı oyla başkanlığı yeni başlayan genç meslektaşımıza devrettim. Altı ay kadar sonra doçent olduğum gün, başkan olan arkadaşımız arayıp tebrik etti ve başkanlıktan teamül ve kural gereği ayrıldığını belirtti. Ve başlar başlamaz da dekanlık, başkanlık yazımı hemen gönderdi. 28 Şubat Süreci rüzgarının estiği o yıllarda türlü sıkıntı ve sorunlar olmasına rağmen üniversitelerin kural ve teamülleri vardı. Ne var ki yıllar sonra Sağlık Bilimleri Üniversitesi’nde profesör iken ne Anabilim Dalı Başkanlığında ne de Klinik Sorumluluğunda, ne teamül ne de kurallar dikkate alındı, zira artık bir “kural yoktu”. Dedim ya özellikle günümüzün yöneticileri ehliyet ve liyakatı arkalarına atıp hak etmedikleri yerlere getirip lütuf yaptıklarını düşündükleri bilhassa genç ve tecrübesiz kişileri, kendileri karşılarında varlık göster-e-mesinler ve bir dedikleri iki olmasın diye özellikle tercih ediyorlar. Bir kongre sırasında bir rektör yardımcısının sağında ve solunda birer koruma gibi gezen iki genç meslektaşımızı görünce acı acı gülümsemekten kendimi alamadım.
Süreyyapaşa’da ilk yıllarda klinik şefi olarak görev yaparken bir gün İstanbul’daki göğüs cerrahisi klinikleri anabilim dalı başkanları ve klinik şefleri olarak Siyami Ersek Hastanesi’nde toplandık. Toplantıda Türk Göğüs Cerrahisi Derneği (TGCD) yönetim kurulu seçimleri için İstanbul adayının belirlenmesi müzakere edildi. Adaylık Süreyyapaşa’da şef muavini olan Dr. Altan’a teklif edildi. Fakat o kabul etmeyip adaylık için beni önerdi. Böyle bir niyet ve beklentim olmadığı için ansızın geliveren bu öneriye şaşırmadım desem yalan olur. Üç yıl kadar bu görevi yaptıktan sonra yeni arkadaşlara yol açıp fırsat vermek için başkan Dr. Şevket hocamıza yeni yapılacak seçimde yönetim kurulunun devam etmeyip tüm ekibin çekilmesi görüşümü ilettim. O da bir dönem daha ekip olarak devam edilmesini kararlaştırdıklarını belirtti. Ben de “o zaman müsaadenizle ben aday olmayayım” dedim. “Olsa idin iyi olurdu, birlikte devam ederdik, fakat sen bilirsin” dedi. Tekrar aday olmadım ve benden boşalan yere bir başka meslektaşım yönetim kuruluna üye olarak girdi. İlginç ve düşün-dürtücü olan, yıllar sonra bir başka derneğin yönetim kurulunda üye olan o arkadaşa yeni dönemde ben talip olmak istediğimi söylediğimde “daha yapacak işlerinin olduğunu ve bir dönem daha devam etmek istediğini” belirttiğinde gücenmedim, incinmedim dersem yalan olur. Fakat sonra dernek yönetimindeki bir hoca da bir dönem daha dengeler nedeniyle mevcut kişiyle devam etmeyi düşündüklerini belirtince de aday olmaktan vaz geçtim.
Süreyyapaşa Göğüs Hastanesi’ne klinik şefi olarak başladıktan sonra mevcut başhekim, benim aynı zamanda başhekim olmaya geldiğimi zannederek endişeye kapıldı, olumsuz tutum ve tavırları ile bunu bana her fırsatta hissettirdi. İnsanın korktuğu başına bir gün gelirmiş. Profesör olmak için usulen hastaneden ayrılıp özel bir üniversiteye geçtiğinde hastaneye tekrar görevlendirmesi yapılmayınca dönüş yapamadı. Başhekim olmak gibi bir düşüncem olmadığı için çok istekli bir göğüs hastalıkları klinik şefi beni arayıp ağzımı yokladı, düşünmediğimi söyleyince de ne yapıp edip başhekim oldu. Fakat yine de benden yana kendini güvende hissetmediği için olacak (herhalde herkesi kendi gibi zannediyordu) başhekim yardımcısı olmam için çok ısrar etti. Kendince yanında tutup korktuğu ihtimali ekarte edebileceğini düşünüyordu. Bir iki defa bazı hadiseler üzerine il sağlık müdürlüğü beni çağırıp nabız yokladı, hayır cevabını verdim. Fakat bir gün başhekim apar topar görevden alınınca muhtemelen o tarihlerde elde başhekim olacak başka birini bulamadıkları ve de o dönem müsteşar olan arkadaşımız Van Tıplı yıllardan beni iyi kötü tanıdığı için görüşüme bile başvurmadan (telefonla arayıp başhekimliğe atanma yazısını kabul et, reddetme diyerek) doğrudan başhekimliğe atadılar. Bundan sonraki safahatı burada zikretmeyeceğim, zira merak edenler başhekimlik sürecini anlattığım “Başhekimliğe Veda” mektubumdan okuyabilir (2). Sadece şu hususu belirtmekle yetineyim. Başhekimlik bugüne kadar deruhte ettiğim idari makamlar içinde en yükseği idi. Başhekim olmak ve kalmak amacım ve tutkum olsa idi, bu gayeye matuf olmak üzere birçokları gibi elden gelen ne varsa yapardım. Uzun yıllar da o makamda kalırdım. Fakat ne böyle bir isteğim, ne de hedefim oldu. Başhekimlik benim için maddi açıdan ihya olduğum, makam mevki arzumu tatmin ettiğim, daha üst bir makama ya da siyasete atılmak için bir basamak olarak düşündüğüm bir yer asla olmadı.
Başhekim olduğum dönemde TGCD İstanbul Şubesi Başkanlığı seçimleri için de talip oldum ve seçildim. Seçildiğim gün başkan olarak bir taahhütte bulundum, süre bitiminde yeniden aday olmayacağımı belirttim ve dediğimi de yaptım.
Türkiye Solunum Hastalıkları Derneği’nin (TÜSAD) bir kongresinde Göğüs Cerrahisi koordinasyon kurulu seçimi öncesi bazı genç meslektaşlarım yaşım ve kıdemim hasebiyle benim başkanlığa aday olmamı istediler. Fakat toplantıda benden daha yaşlı ve kıdemli bir abimiz talip olduğunu belirtince aday olmak istediğimi bile açıklamadım ve ona destek oldum. O da nezaketen beni kurulda görmek istediğini belirtince kabul ettim. Onun görev süresi dolunca ben başkan olarak devam etme isteğimi belirtince de olanlar oldu. Sözüm ona hak hukuktan, farklı görüş sahiplerine hoşgörüden bahsederler ama ellerine geçen ilk fırsatta icraatlarını ve gerçek yüzlerini görmeniz gecikmez. Ve ortaya ibret ve derslerle dolu bir “TÜSAD Hikayesi” çıktı. Bu “Uzun Hikaye”yi kaleme aldığım için onu da burada tekrar etmeyeceğim, ilgili ve meraklısı için kaynaklar kısmında o hikayenin linkini vermekle iktifa ediyorum. (3) Geçenlerde önce TÜSAD sitesinde sonra da bir gazetede beyanatı çıkan ve benimle aynı dönem Ankara Atatürk Sanatoryumu’ndan ihtisas alan TÜSAD’ın halihazırdaki başkanı Dr. Ülkü, “53 yıllık bir meslek örgütü” dediği TÜSAD’ın görevde bulunduğum sürece canla başla çalışmış bir üyesi olan bana (ki artık üye değilim) yaptıklarını bilmezlikten ve görmezlikten gelip, Sanatoryum Hastanesi ile yolun karşısındaki Keçiören Hastanesi’nin tek yönetim çatısı altında birleştirilmesini “dernek olarak Sağlık Bakanlığı tarafından alınan kararı doğru bulmadıklarını, alınan karardan geri dönülmesini talep ettiklerini ” söylemiş. (4,5) Aynı paralelde Ankara Tabip Odası da benzer argümanlarla bu icraata karşı çıkmış. (6) Kanaatimce bu görüşler tepkisel olup bilimsel, çağdaş ve gerçekçi olmaktan çok uzaktır. Ben yıllardır Sağlık Bakanlığı’nın gecikmeli de olsa nihayet uygulamaya koyduğu bu entegrasyonu savunuyorum ve kitabımda da bunu açık seçik olarak yazdım (1, sh. 267). Bu karar doğru ve yerindedir. Daha önce de İzmir Dr. Suat Seren ve İstanbul Yedikule Göğüs Hastaneleri için de bu şekilde bir karar alınmış fakat gelen tepkiler üzerine verilen doğru karar geri çekilmişti. Alınan bu son kararın tepkiler sonucu bir an için geri alınabileceğini farzetsek bile bunun sadece zaman kaybı olacağı, kaçınılmaz sonu geciktireceği ama değiştiremeyeceği, kaçınılmaz akıbetin Süreyyapaşa dahil bütün sanatoryumları beklediğini, bir devrin kapanacağı kanaatindeyim. Zaman kimi haklı çıkaracak, bekleyip göreceğiz.
Uzmanlık hayatımın ustalık dönemi olarak nitelediğim Süreyyapaşa Göğüs Hastanesi’nde geçen 16 yılda akademik ve idari her türlü görevi deruhte ettim. Dördüncü göğüs cerrahi klinik şefi olarak geldiğim klinikte gün geldi, başhekim, tek göğüs cerrahi doçenti ve klinik şefi olarak kalıverdim. Hatta bütün bunlara ilaveten bir süre başka bir hastanenin klinik şefliğini bile rica üzerine istemeden de olsa vekaleten üstlenmek zorunda kaldım. Bu kadar görev, sorumluluk ve yetki beni tedirgin etti, rahatsız oldum, bu nedenle hastanedeki ve klinikteki başka uzmanların da doçent ve şef (eğitim görevlisi, öğretim üyesi) olması için elimden gelen desteği verdim, yardım ettim. Hatta öyle bir zaman geldi klinikteki bütün çabalarıma rağmen kronik bir huzursuzluk haline gelen bir meselenin halli için, bu sorunun çözülmesi şartı ile klinik sorumluluğunu bırakma kararı alıp köşeme çekilmek istedim. İlle de klinik sorumlusu olmak istese idim, başhekim olan kişiye yakın durmaya, yaranmaya çalışır, birşeyleri görmemezlikten gelir, göz yumar, birilerini feda eder, destek verip savunmaktan vazgeçerdim. Ama ben dünden bugüne kadar getirdiğim, uyduğum ve taviz vermediğim ilke ve prensiplerime bağlılığımı sürdürdüm. Anabilim dalı başkanlığı ve klinik sorumluluğu görevlerinden uzaklaştırılmayı göze aldım, dört yıldır da her türlü baskı, yıldırma, mobbing, maddi kayıp, sıkıntı ve sorunları göğüsledim, göğüslemeye de devam ediyorum. Ne de olsa herşeyin bir bitimi, her gecenin bir sabahı vardır. Kan kusarım, kızılcık şerbeti içtim derim ve bilmem neyimi kemiririm ama hiçbir kula müdahane etmem, sabreder, cehd eder, işime gücüme bakar, yoluma devam ederim. Bu dünyanın bir ‘etme bulma dünyası’ olduğunu da bilirim.
Nereden esti ise 12 yıldır ikamet ettiğim sitede, geçtiğimiz hafta yapılan yönetim kurulu seçimlerine blok temsilcisi adayı olarak başvurdum. İki kişi daha aday oldu. Seçim sonucu üçüncü olarak üçün birini aldım! Neyseki altı oy aldım, Allah’tan bir oy alıp da komşularımın “komşum ben sana oy verdim” deyip de “Züğürt Ağa” filmindeki gibi “peki oyunuzu bana verdiniz de benim oyum nerede?” pozisyonuna düşmedim! Kazanan komşumuzu tebrik ettim. Sitenin kütüphanesine yıllar önce bazı kitaplarla katkıda bulunmuştum, site müdürüne bu sefer de kütüphaneyi gözden geçirip çeki düzen vermeye hazır olduğumu belirttim. Seçimlere katılırken aklımca önce blok temsilcisi, sonra site yönetim kurulu başkanı, sonra mahalle, ilçe, il derken cumhurbaşkanlığına uzanan bir süreci başlatacaktım! Ama daha ilk dakikada golü yedim, ilk çıkışta alnımdan kurşunu yedim. Blok temsilciliğinden cumhurbaşkanlığına uzanma hayalim suya düştü, başlamadan bitti!
Bugüne kadar kah seçimlere girdim, seçimler yaptım, kah seçildim, atandım ama asla bir makamda durayım (kaim-i makam) diye bir düşünce ve kaygım olmadı, oturduğum gibi kalktım, koltuğa yapışmadım, koltukla bütünleşmedim, koltuk uğruna şahsiyetimden, ilke ve inançlarımdan asla taviz vermedim. Görünen o ki bu kafayla ve bu gidişle sevdalanabileceğim ve uğruna her şeyi göze alabileceğim bir koltuğum olmayacak. Halbuki ilerde es kaza cumhurbaşkanı filan olursam bir önceki yazımda fikir ifade özgürlüğü konusunda görüşümü açıklarken aynı zamanda ilk taahhüt(ler)ümü de vermiştim bile! (7)
“Yok devenin nalı” dediğinizi duyar gibiyim. Birçokları gibi sorunlar ve değişimler karşısında devekuşu gibi başımı kuma gömmektense, “boynun eğri dediklerinde nerem doğru ki” diyen deve gibi gerçekçi olmayı yeğliyorum. Şairin dediği gibi, “ben oyumu felakete veriyorum şeyda / sana dönük yanımda çengiler mat oluyor / saadet-zedelerin morga çevirdiği bir dünyada / bana alevden kostümlerle dans etmek düşüyor / ve şeyda ben oyumu felakete veriyorum / … / artık bol kahkahalı çokşükürleri bıraktım / esenlik bildirilerini harcıalem mutlulukları / denizi uslu gösteren kartpostalları yaktım / fakat şeydam bir avuç külü yakamadığım için / ben oyumu felakete veriyorum. (8)
Kaynaklar:
- Benim Yolum / Tababet san’atının icrası ile geçen 33 yıl, Prof. Dr. İrfan Yalçınkaya, Kitapyurdu Doğrudan Yayıncılık, 2021, İstanbul
- Başhekim, istifaya giden süreci kaleme aldı, 22.07.2013, https://www.memurlar.net/haber/391274/bashekim-istifaya-goturen-sureci-kaleme-aldi.html
- TÜSAD Hikayem, https://profdrirfanyalcinkaya.blogspot.com/2021/09/tusad-hikayem.html
- TÜSAD’dan 68 yıllık Ankara Sanatoryumu için önemli çağrı, 03.01.2022, https://www.solunum.org.tr/haber/1440/tusad-dan-68-y%C4%B1ll%C4%B1k-ankara-sanatoryumu-icin-onemli-cagr%C4%B1.html
- Ankara’nın köklü ihtisas hastanesi genel hastaneyle birleştirildi, 12.01.2022, https://www.haberturk.com/68-yillik-ihtisas-hastanesinde-neler-oluyor-uzmanlar-tepkili-3311777
- Sanatoryum genel hastane oluyor: Amaç yeni rant alanları, 19.01.2022, https://www.birgun.net/haber/sanatoryum-genel-hastane-oluyor-amac-yeni-rant-alanlari-373781
- Fikrimin İnce Gülü, Kalbimin Şen Bülbülü…, 12.01.2022, https://www.akademikakil.com/fikrimin-ince-gulu-kalbimin-sen-bulbulu/irfanyalcinkaya/
- Ağıt ve Raks, Mustafa İslamoğlu, https://www.antoloji.com/agit-ve-raks-siiri/
4 yorum
İrfan hocam,
Rahmetli Ercümend abinin de: “isteseydim, Cumhurbaşkanı olurdum” sözü var, bilirsin. Ama istemedi! Çünkü isteseydi “ver ilkelerini, al suyu (koltuğu)!” diyeceklerdi! Cumhurbaşkanlığı koltuğu mu? Hak ediyorsun, ama senin de tarif ettiğin establishment de olmaz! Varsın olmasın. Biz işçiyiz, işçi kaldık; umulur ki dar-u beka da patron oluruz!
Not: tüh ya, orada da patronluk yok! 🙂
rahle-i tedris’inden geçme onur ve şansına sahip olduğum, talebesi olmakla şeref duyduğum, o “özel ve güzel” insanın, bu ülkenin bugüne kadar görüp görebileceği sembol şahsiyetlerden, müstesna mütefekkirlerden ve önde gelenlerinden biri olan merhum Ercümend (Özkan) ağabeyin o sözünü elbette hatırlıyorum, o sistem içine girenlerin kanaralaştığından bahsederdi. mevcut sistemin kişileri haremine (devletin tepelerine) almak için hadımlaşmadan başka seçenek bırakmadığını da eklerdi, biz biz olarak kalmadıktan ve kendimize, inancımıza saygıyı yitirdikten sonra, her hal ve ahvalde dosdoğru ol-a-madıktan, hak ve hakikat arayışımız bittikten sonra, sistem ve devlet içinde yer almamızın hiçbir anlam ve önemi yoktur. öyle olmaktansa sıradan bir hekim, bir işçi, bir garip, adı sanı pek bilinmeyen biri olmak bin kere evladır, Huzurullah’da, Ahiretteki hesap, sorgu beni iliklerime kadar ürpertiyor, korkutuyor, dehşete düşürüyor, devletin ve sistemin vereceği herhangi bir ödül ve ceza, O’nun vereceği kadar büyük, sürekli ve kalıcı olmaz, olamaz. bunları bana hatırlattığın için teşekkürler, selamlar
Siz özgürlüğe verdiğiniz önemi başhekimliğinizde ispatlamıştınız hocam. Elinize sağlık
“BENİM YOLUM – Tababet San’atının İcrası İle Geçen 35 Yıl” KİTABIMIN “GÖZDEN GEÇİRİLMİŞ VE İLAVELİ 2. BASKI”SI ÇIKTI.
İKİNCİ BASKIYA ÖN SÖZ’Ü OKUMAK İÇİN;
https://profdrirfanyalcinkaya.blogspot.com/2023/09/benim-yolum-tababet-sanatnn-icras-ile.html