Covid-19 salgını ne yazık ki beklenilen ikinci dalga ile tüm dünyayı etkisine aldı. Ancak halen çevremizde bu virüsün kaynağı hakkında, ifade edenlerin kendilerinden ve öykülerinden çok emin oldukları komplo teorileri dolaşıyor. Komplo teorisinin kendisini kanıtlamak ya da bir derde deva olmak gibi bir derdi bulunmuyor tabii ki. Bir türlü koronavirüs ailesinin zaten var olduğunu, mikroorganizmaların mutasyon geçirip yeni durumlara uyum sağlayabildiklerini, geçmişte yaşanan salgınların öncesinde ve salgın sırasında ne yaşandıysa bunların yine yaşandığını, ortada öyle çok sıra dışı açıklamalara bizi muhtaç bırakan bir gizemin olmadığını insanlara anlatamıyorsunuz.
Dünyanın en ölümcül salgını, 1918 yılındaki “İspanyol Gribi” olarak tarihe adını yazdıran ve tahminen 40 ila 100 milyon kişinin ölümüne yol açan salgındır. Aynı şekilde yine 20. yüzyılda üst solunum yolu virüslerinin olduğu başka salgınlar da olmuştur. Asya gribi 1957 yılında 2 milyon kişinin ölümüne, sonrasında ise 1968 yılında Hong Kong gribi 1 milyon kişinin ölümüne yol açmıştır (1). Sorun olan hastalık ve kaynağı olan virüsler yeni değil. Komplo teorilerine en güzel yanıtlardan birisi Andrew Nikiforuk’un “Mahşerin Dördüncü Atlısı” adlı salgın hastalıklar tarihini konu alan kitabında yer alıyor: “New York Tıp Koleji’nde araştırmacı olan, dünyanın önde gelen grip otoritelerinden Edwin Kilborne, 1957 salgınından daha kötü ve 1918 salgını kadar korkunç olmayan yeni bir salgın bekliyor. Gribe eşlik eden parazit bakterilerin çoğunun antibiyotiklere direnç kazandığı düşünülürse, Kilborne 1957’dekinden daha zayıf bir durumda” olduğumuzu söylemekte haksız sayılmaz. Kilborne da dâhil olmak üzere birçok bilim adamı, bir sonraki salgının Çin’deki bir ördek havuzunda başlayacağına inanıyor. Latin Amerika ve Hindistan’ın da dünya çapında “neşeli bir sohbet” başlatabilme ihtimaline rağmen, virüs inceleme ekipleri bu ülkeleri yeteri kadar yakından izlemiyor. Çin, virüsleri teşvik edecek tarım politikaları izlediği için sıcak bölge kabul ediliyor. Çin’deki birçok çiftlikte önemli bir grip deposu olan ördekler ve yabani su kuşları, sağlam bir grip taşıyıcısı olan domuzlarla özgürce oynaşıyor. Ördeklerin, domuzların ve köylülerin yakın ilişkisi, başka türlere sıçraması ve insanların bilmediği bir biçimde yeniden örgütlenmesi için grip virüsüne sonsuz fırsatlar sunuyor. Böylesi ekolojik gerçekler ışığında, gribin imkanlarını tüketmediğini kesinlikle söyleyebiliriz.(2)” Bu satırlar 1991 yılında yazılmış. Bilim böyle bir şeydir. Eldeki verilerle geçmişi de iyi okuyarak gelecek ile ilgili olasılıkları önceden görebilirsiniz. Daha da önemlisi, bu öngörülere ilişkin önlemler alabilirsiniz. Ancak ne yazık ki kolay akıllanabilir bir tür değiliz.
Bu komplo teorileri yeni de değil. En yakın tarihli olanlardan birisine kısaca göz atalım. Dünya 80’lerde AIDS ile tanıştı. Ve tabii AIDS etkeni HIV-1’in nasıl ve nerelerde üretildiği ile ilgili tonla saçmalık dinledik. Öyle ki, çok ciddiye aldığımız büyüklerimizden bile bu öykülere inananlar vardı. Hastalığın Kuzey Amerika’nın batı kıyısında patlak verdiğine ve dünyaya oradan yayıldığına inanılıyordu. Ve komplo teorilerinde mutlaka virüsün laboratuvar üretimi olduğunun altı çiziliyordu. Başka türlüsü mümkün değildi. Bu teorilerle uğraşmak yerine işini yapan eldeki verilerle geçmişe, gününe ve ileriye bakan bilim insanları sayesinde artık HIV-1 konusunda çok daha fazla şey biliyoruz. En başta da AIDS’in sandığımızdan çok önce aramızda gezdiğini öğrendik. Virüsün bir salgın başlatabilmesi için uygun vasat ortamını bulduğu yer 80’lerin Kuzey Amerika’sının Büyük Okyanus sahilleriydi sadece. Eldeki tıbbi kayıt ve kan tahlilleri erken olguları ortaya çıkarmaktadır. AIDS’ten ölen ilk Amerikalı hastanın 1952 yılında hayatını kaybeden 28 yaşında bir erkek olduğu Avrupa’da ise ilk kurbanın 1958 yılında ölen bir İngiliz denizcisi olduğu bilinmektedir (3).
AIDS etkeni olan HIV-1’in şempanzelerin alt türü olan Pan troglodytes troglodytes’den insanlara geçtiği düşünülüyor. Hastalığın çıkış noktası olan Afrika kıtasında ise insanlarda olgular Avrupa ve Amerika’ya kıyasla daha eski tarihlerde saptanıyor(4). Virolog bilim insanı Dorothy Crawford, “Ölümcül Yakınlıklar” adlı kitabında Kilborne’un vakti zamanında üst solunum yolu salgınları ile ilgili yaptığı öngörü ve uyarıya benzer şekilde AIDS ile ilgili şu uyarıda bulunuyor: “Orta Afrika’da yaşayan bu büyük cüsseli primatlar, habitatlarını tahrip ettiğimiz için ve “vahşi hayvan eti” hevesimiz yüzünden yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Öldürme ve parçalama gibi kanlı bir işlem sırasında bir şempanzenin kanındaki bir virüsün insana nasıl geçebileceği gayet açıktır. Afrikalılardan alınan kan örneklerinin bulunduğu kan bankalarında yapılan incelemelerde, HIV-l ‘in insanlara 1930’lardan önce çeşitli zamanlarda geçtiği ortaya çıktı. Turistlerin vahşi hayvan eti talep ettikleri ve tek başına Kongo’da yılda 1 ila 5 milyon metrik ton vahşi hayvan eti tüketildiği düşünüldüğünde, bilim insanlarının yakın geçmişte çeşitli zamanlarda insanlara geçmiş olan başka birçok primat virüsünün izlerine rastlamalarına şaşırmamalı. Bu virüslerden birinin insanlar arasında yayılıp yeni bir salgına yol açması an meselesi diyebiliriz.(4)” Acaba bu öngörüyü dikkate alacak mıyız? Sanmıyorum. Yukarıda üst solunum yolları ile ilgili yapılan uyarıyı dikkate almadığımız gün gibi ortada.
Bir de aşı kavgası var. Herkes bizim aşı en iyisi deyip diğerlerini yok saymakta. Tamam, geliştiren ve üretici olan kesimde hem bilimsel başarıda ilk olmak hem uluslararası alanda ve kamuoyunda takdir edilmek ve hem de ticari başarıyı elde edebilmek adına bu tip tepkiler doğal sayılabilir. Ancak bilimsel veriler net bir şey demeden bunun da diğerini tamamen yok saymak ve kötülemek derecesine varmaması gerekir. Bizler pandemi yaşayan bir gezegenin çocukları olarak, şu anda siyasi görüşümüzü, ön yargılarımızı ya da sempatimizi bir kenara bırakarak değerlendirme yapmak ve karar vermek durumundayız. Bir ilaç ya da aşı kendi kendisini ispat eder. Bir sürü örneği var bunun. Büyük umutlarla her türlü kontrollü denemeden geçen ilaç ya da aşıların beklenen düzeyde etkin olamadıklarını veya daha da kötüsü hiç tahmin edilemeyen yan etkiler gösterebildiklerini biliyoruz. Şu anda yüzün üstünde aşı deneniyor. Umut edelim ki en kısa sürede birden fazla etkin ve kabul edilebilir düzeyde yan etkisi olan aşı olanağı olsun elimizde. Şu aşıyı ya da bu aşıyı takım tutar gibi tutma lüksümüz yok.
Aşı deyince, ilk aşının öyküsüne dönmekte fayda var diye düşünüyorum. Malum tarih genellikle tekerrür ediyor. Çiçek hastalığı başarılı aşısı ilk bulunan ve yine başarılı bir aşılama çabası ile dünyadan tamamen silinen ilk ve tek hastalıktır. Tarihini uzun uzun okumakta fayda var ve şiddetle öneririm. Kısaca, burada sadece bir anımsatma yapalım. Çiçek hastalığını engellemek ya da daha hafif atlatmak için çok öncelerden beri bilinen Çin ve Hindistan’da geliştirilen iki yöntem vardı. Teknik olarak aşılama (inokülasyon), ilk olarak MS 1500 yılına ait Çin tıp kitaplarında anlatılır. Ancak muhtemelen daha uzun süredir kullanılmaktadır. İşlem, kurutulmuş yara kabukları dövülerek toz haline getirilip bu toz gümüş bir tüp kullanılarak çocukların, kız ise sol erkek ise sağ, burun deliklerinin içine üflenerek gerçekleştiriliyormuş. Hint tekniğinde ise hastalık esnasında oluşan çiçek kabarcıklarından elde edilen iltihaplı sıvıya iğne batırılıp daha sonra bu iğne ön kol ya da alın bölgesinde birkaç yere batırılarak uygulanıyormuş. İşlem sonrası bu iğnenin batırıldığı yaralara pirinç lapası sarılıyormuş. İşte bu teknik Batıya doğru yayılmış ve 17. yüzyılda İstanbul’da uygulanır olmuş. Sonrasında Leydi Mary Wortley Montague, bu aşıyla İstanbul’da bulunduğu sırada tanışır ve tekniğin Britanya’ya da tanınması için çaba sarf eder. Aslında bu aşılama tekniği ile ilgili haberler Leydi’den çok önce Kraliyet Bilimler Akademisi’ne zaten ulaşmıştır. Çin’de uygulanan teknikten 1700 yılında iki kez bahsedilirken, İstanbul’da bizzat tekniğin uygulanmasına tanıklık eden hekimler tarafından 1714 ve 1716 yıllarında yazılan ayrıntılı makaleler de diğer teknikten bahsetmiştir. Ne yazık ki bu belgeler dikkatleri çekememiştir.
İhtiyaç duyulan ve yararlı olan bilgi, ne yazık ki hâkim olan ön yargılar ve yerleşik uygulamalar nedeniyle her zaman hak ettiği ilgiyi göremiyor. Ama nihayetinde Leydi’nin sosyal statüsü, siyasi gücü ve serveti konuya gereken ilginin gösterilmesini sağlayabilmiştir. Bu süreç zarfında aşılama tekniği birçok çevreden gelen bir dirençle de karşı karşıya kalmıştır. Özellikle, hem aşının görülüp getirildiği ülkelere hem de bu aşının oralarda güvenle uygulandığını ve hastalığa karşı koruyucu olduğunu görerek bundan kendi halkının da yararlanması için varını yoğunu koyan kişilere yönelik küçümseyici ve ayrımcı tavır da aşıya karşı direnci körüklemiştir. Din otoritelerinin içinden bir kesimde uygulanan bu işlemin Tanrı’nın iradesine karşı gelmek olduğunu iddia etmişler. Ancak Leydi savaşında yılmaz. Ayrıca birçok ciddi tıp insanı da onu destekler.
James Jurin, 1723 yılında Kraliyet Bilimler Akademisi’ne gönderdiği bir makalede aşılamanın riski ile aşılamanın riskini kıyaslar ve hastalık kapanların 5 ila 6’da birinin buna karşın bu işlem ile aşılananlarda doksan bir kişiden birisinin öldüğünü ortaya koyar. Sonrasında genel kabul gören işlem, Edward Jenner tarafından 1796 yılında geliştirilen on dokuzuncu yüzyıl başında yaygın kullanılmaya başlanan daha güvenilir vaksinasyon yöntemine değin başarı ile kullanılır (5,6). İşte tam da bu noktada, yine diğerine duyulan güvensizlik, gurur, yanlış bilgi ve inançlara dayanan önyargılar nedeniyle İngiltere’de kendisini kanıtlayan hastalıktan korunma yöntemi her yerde kolay kolay kabul görmez. Crawford, bu önemli detayın altını şu cümleler ile çizmiştir: “Ne var ki, tıpla ilgili önyargıların ve dini itirazların Britanya’dakinden fazla olduğu Avrupa’da, özellikle de Fransa’da aşılama daha yavaş benimsendi.(7)” Gözümüzün önünde bile cereyan etse, kimi işe yarar ve doğru uygulamaları inadına inkâr edebilmek gibi bir yeteneği olan bir türüz. Diğer ülkeler biraz geç de olsa kabul etmişler diyebilirsiniz. Şöyle düşünün, çiçek hastalığı başarılı bir aşılama kampanyası ile 1980 yılında yok edilmiştir. Ancak 20. yüzyılda 80 yıl içinde etkili aşının bilinmesine rağmen 300 milyon insanın ölümüne yol açmıştır. O zamanın koşullarında etkili aşının kullanımında birkaç on yıllık bir gecikmenin ne kadar cana mal olduğunu bir düşünün. Ancak tüm başarı aşının değildir tabii ki. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), 1966 yılında “Çiçek Hastalığını Dünya Genelinde Yok Etme Kampanyası”nı duyurmuştur. Her ne kadar çiçek virüsü Avrupa ve ABD’de yok edilmiş ise de Güney Amerika, Endonezya, Sahraaltı Afrika ve Hint Yarımadası bölgelerinde 31 ülkede ölümlere yol açıyordu. DSÖ tarafından oluşturulan ekip ve Don Henderson’ın liderliğini yaptığı ekip, virüsün enfeksiyon zincirini üç koldan kırmayı hedeflerler. Öncelikle aşılama çalışmalarına tehdit altında olan nüfusun %80’i üzerinde olacak şekilde sürdürülecektir, sonra tespit edilen olgular izole edilecektir ve üçüncü olarak da temaslı kişiler saptanıp onlar da başarılı bir şekilde izole edilecektir. Çok başarılı bir şekilde uygulanan bu sistematik savaş ile 1980 yılında çiçek hastalığı yeryüzünden silinir (8).
Bu tarihi zaferde yine görüyoruz ki, tek başına aşı ile bir salgınla baş etmek mümkün değil. Olguların saptanıp kesin izole edilmesi çok önemli. Ayrıca salgının beslendiği olumsuz fiziksel ve biyolojik çevre koşullarının bilinip bunların düzeltilebilmesi ve bu doğrultuda bireysel ve toplumsal davranış değişikliği mutlak gereklidir. Bir başka örnek ise yine etkin aşısı olan çocuk felcidir. DSÖ 2000 yılına dek çocuk felcini yeryüzünden silmeyi planlamıştı. Yaygın aşılama ile milyonlarca çocuk sakat kalmaktan veya ölmekten kurtarıldı. Hastalığın görülme oranı %99 oranında düştü. Ancak bir türlü tamamen yok edilemedi. Görülme oranı bir noktada sabit kaldı ve düşüş göstermedi. Bir bulaşıcı hastalıkla tek başına etkin aşı ile baş edilemeyeceğin tekrar görmüş olduk. Sherman, konu ile ilgili olarak şu çarpıcı satırlara yer veriyor: “Bazı ülkelerde en önemli engel mali yetersizliktir. Fakat daha büyük zarar veren bir kısıt bulunmaktadır: Kendimiz. Ya da çizgi roman karakteri Pogo’nun dediği gibi: “Düşmanı bulduk: Biziz!” 2003’te Nijerya’da çocuk felci aşısı kampanyası, aşıda HN (HIV-1) bulunduğu ve aslında programın Amerikalıların Müslüman kızları kısırlaştırma planı olduğu söylentileri üzerine bir yıl durduruldu. Bunun sonucunda, sadece birkaç yıl içinde, bir zamanlar çocuk felci görülmeyen 18 ülkede, Nijerya kaynaklı çocuk felci salgınları yaşandı. Vaka sayısı azalmaya devam eder ve eradikasyon programı hiç sonu gelmeyecekmiş gibi sürerken, gönüllüler, bağışçılar ve halkta bir bıkkınlık baş gösterir. Bulaşıcı hastalıklarla ilgili zorluk, aşılanmamış sadece birkaç çocuğun bile dünyanın başka bir yerinde başka bir salgın başlatabilen yeni bir hastalık odağı oluşturabilmesidir. Hastalık -küçük bir kor gibi- rüzgârın etkisiyle yayılır ve herhangi bir yerde bir yangın (epidemi) başlatabilir. (9)”
Emin olun etkili aşı / aşılar kullanıma girdiğinde etkileri kesinkes ispatlansa bile aşıların kendisi ile ilgili birçok komplo teorisi ve karalama çabası devam edecektir. Bir an önce etkili aşı / aşılara ulaşmayı umuyoruz. Bu aşamada önümüze gelen birden fazla aşıya komplo teorileri veya gereksiz taraf tutma alışkanlıklarımız ile yaklaşmamaya çalışmalıyız. Bu tip, bilimsel açıdan geçerli dayanağı bulunmayan söylenti ve kuruntuların yayılmasına da alet olmamamız gerekir.
Saygılarımla…
KAYNAKLAR
1-Irvin W. Sherman “Dünyamızı Değiştiren On İki Hastalık” syf;224
2-Andrew Nikiforuk “Mahşerin Dördüncü Atlısı:Salgın ve Bulaşıcı Hastalıklar Tarihi” syf:198-199
3-A.g.e.; syf 214
4-Dorothy H. Crawford “Ölümcül Yakınlıklar:Mikroplar Tarihimizi Nasıl Şekillendirdir?” syf: 185
5- Irvin W. Sherman “Dünyamızı Değiştiren On İki Hastalık” syf;77-82
6- Dorothy H. Crawford “Ölümcül Yakınlıklar:Mikroplar Tarihimizi Nasıl Şekillendirdir?” syf: 167-176
7- A.g.e.; syf:171
8- A.g.e.; syf:174-175
9- Irvin W. Sherman “Dünyamızı Değiştiren On İki Hastalık” syf;275-276
14 yorum
İnsan insanın kurdudur. Yine de insandan ümidi kesmeyelim
Çok haklısınız Hocam…Saygı ile…
Bu tür yerel karşı çıkışlar – özellikle de dini- anlamsız ve cahilce kuşkusuz. Bugün durumun biraz farklılık gösterdiğini düşünüyorum. Nedeni de emperyal veya bölgesel güç devletlerinin silahlanmada mikrobiyoloji programları yürütmesi. Emeğinize teşekkür.
Çok teşekkür ederim Ayhan Bey…
Bilgilendirmeniz için teşekkür ederim hocam.Elinize ve emeğinize saglik
Çok teşekkür ederim Remzi Bey, selam ile…
Yine çok güzel saptamalar ve güzel bir yazı… Eline sağlık Tuğrul
Çok teşekkürler Selda Hocam, selam ile…
Tuğrul hocam, yazdığın konular ile hayatımızın bir parçası olan ama yabancısı olduğumuz “tıbbın” kapısını açtığın için teşekkürler. Ayrıca böylesi bir hastalığın sosyolojik nedenleri de çok güzel işlenmiş. Bu yazıyı hemen ailem, neneme ve dedeme okuması için teyzem, yeğenlerim ve bütün arkadaş gruplarım ile paylaşıyorum.
Çok teşekkür ederim Şebnem Hocam…
Kalemine sağlık…Senin karşında komplo teorilerine tutunmak zor;)
Çok teşekkürler sevgili Cemal…Komplo teorileri ile baş etmek oldukça zor…Çok hızlı üretiliyorlar…
Emeğine sağlık Tuğrul hocam. Aşı konusunda da sosyal medyada müthiş bir kaos var. Buna en bilinen yazarlar da dahil. Komik komplo teorilerini geçtim ancak çok fazla bilgi kirliliği var.
Sevgili Can ne yazık ki gerçekten ciddi bir bilgi kirliliği var…Selam ile…