Uzun süredir yazmayı düşündüğüm, fakat bir türlü zamanlama planını yapamadığım bir konu hakkında geçenlerde (Medimagazin, 12 Aralık 2010) bir gazetenin Pazar Eki’nde konu isimler de verilerek ele alınınca, artık benim de söyleyeceklerimi söylememin zamanının geldiğine, hatta geçtiğine kanaat getirmiş oldum. Ayrıca bir önceki yazımda da ülkemizdeki kongre turizmini de ele alacağımı belirttiğim için artık bu hafta bu konuda bazı noktalara işaret etmemin zaruret olduğu ortaya çıkmış oldu.
Benim yaşımda olanların rahatça hatırlayacağı üzere 1982 öncesi, diğer bir deyişle YÖK öncesi doçentliğe başvurmak için bir “doçentlik tezi” hazırlamak gerekiyordu. YÖK çıktıktan sonra doçentlikte zorunlu bekleme süresi olan 4 yıl ve doçentlik tezi kaldırıldı, yerine de bazı değişikliklerle halen de uygulanmakta olan yayın esası getirildi. Başlangıçta bazı iyi sonuçlar da veren yayın sistemi, zaman içerisinde kendisinden önceki tez sisteminde olduğu gibi yozlaşmalar başladı. Şimdi yapılacak şey, daha önce tez sistemine uygulanan tümden yok etme uygulaması yerine bazı düzenlemelerle sistemi günümüz koşullarına uydurup ehlileştirmektir. Artık yayın sayısı ilkesi iflas etmiş durumdadır ve onun yerine ya da ikisi birlikte yayın kalitesinin mutlaka sisteme sokulması zorunluluğu vardır. Ayrıca doçentlikte minimum bekleme süresinin tekrar sisteme sokulmasının da gerekli olduğuna inanıyorum. Zira doçentlik bir iyi bilgi aktarma aşamasıdır ya da daha da özelleştirirsek bir öğretmenliktir. Böyle olunca da belirli bir süre bekleyerek deneyim kazanmak ve bu işi de dışarıdan değil üniversitelerde yapmak zorunluluğu vardır. Bu bağlamda bazı doçentlik jüri üyelerinin adaylardan ders vermiş olmak, tez yönetmiş olmak ya da yardımcı doçentlik yapmış olmak şartını aramaları bir bakıma doğru, ama bir taraftan da şakır şakır dışarıdan doçentlik sınavına girilebilirken bu davranışın çelişkili olduğu ve dolayısıyla yerine oturmadığı kanaatindeyim.
Doçentlik ve profesörlük aşamalarında yayın sayısı esas alınınca etik olmayan, hatta sahtekârlık olan yollara adaylar tevessül edebilmektedir. İşin acı tarafı, bu hususu yalnızca bizlerin değil artık tüm dünyanın biliyor olmasıdır. Aynı bilimi paylaşan Avrupalısı da Amerikalısı da bıyık altından gülerek bizlere istihza ile bakmaktadır. Ben ve benim gibi pek çok kişinin bu zilleti hak etmediğimizi düşünüyorum ve yetkililerden sepetteki bu çürük elmaları bir an önce temizlemelerini bekliyorum. Önemli olan şu kadar sayıda yayın yapıldı, diyerek övünmek değil, önemli olan hem kaliteli yayın yapmak hem de yüz kızartıcı durumlara düşmemektir.
Yetkililerin ve akademisyenlerin dikkatini çekmek istediğim bir başka husus da özellikle üniversitelerimizdeki öğretim elemanlarının yurt dışı kongrelere olan aşırı katılım isteklerine ilişkindir. Eskiden iletişim araçlarının çok sınırlı olduğu, hatta bilimsel dergi ve yayınların aylar sonra elinize geçtiği günlerde bilimsel iletişimin neredeyse tek yolu bilimsel kongrelerdi. Fakat artık durum değişti ve kongrelerde sunulan tebliğlerin daha ayrıntılısını internetten bulmak ya da daha kongre bitmeden yayınları elinize almak imkân dâhiline girmiş oldu. Öğretim elemanlarının şu veya bu kaynağı kullanarak, sonuçta hangisi olursa olsun bu ülkenin kaynağı, sık sık yurt dışı kongrelere gitmeleri inanıyorum ki sadece turistik geziler haline dönüşmüş durumdadır. Bilimin gelişmesinin sadece para olmadığını artık yöneticilerimizin de görme zamanı gelmiştir. Lisan öğrenmek, lisan bilmek ve uluslararası bilimsel iletişimde bulunmak yalnızca kongrelere katılmakla olmaz, artık bunun binbir yolu var ve hem daha etkili hem de ücretsiz denecek kadar ucuz. Bu açılan yaranın her geçen gün daha da büyüdüğünü yetkililere hatırlatmak istiyorum, zira emekli bir akademisyen olarak ülkemin paralarının çarçur edilmesine üzülüyorum.
Yeni bir konuda buluşuncaya kadar esen kalın, sağlıklı kalın.