Yazıdaki bu başlığı özellikle kullandım, zira bundan iki yıl kadar önce (06-09 Mayıs 2008) Çanakkale’de sekizincisi yapılan Ulusal Tıbbi Genetik Kongresi bu yıl da İstanbul Conrad Otel’de 01-05 Aralık 2010 tarihleri arasında başarıyla gerçekleştirilmiş oldu. Ulusal Tıbbi Genetik Kongresi’nin birincisini (1989) ve üçüncüsünü (1998) o zamanki adı ile (Ulusal Prenatal Tanı ve Tıbbi Genetik Kongresi) düzenlemiş bir kişi olarak, kongre düzenlemenin ne kadar ağır bir yük olduğunu iyi bilenlerdenim. O nedenle sırf bir kongreyi başlatıp bitirmek bile başlı başına bir başarıdır. Bu bakımdan “Gözünün üzerinde kaşın var” demeden özellikle Tıbbi Genetik Derneği yöneticilerini ve Kongre’de görev alan tüm akademisyenleri kutlamak isterim.
Özel işlerim nedeniyle açılışı dışında izleme olanağı bulamadığım Kongre’ye ilişkin izlenimlerimi katılımcılardan ve Kongre Programı’ndan edindiğim bilgilere göre sizlere aktaracağım. İlk yedisinin adı “Ulusal Prenatal Tanı ve Tıbbi Genetik Kongresi” olan ve bana göre gereksiz bir tasarrufla sekizincisinde adının ilk grubu kaldırılan ve sadece “Ulusal Tıbbi Genetik Kongresi” haline getirilen Dokuzuncu Kongre’de kadın hastalıkları ve doğum dengesine de dikkat edilerek belirli oranda eksiklik giderilmeye çalışılmış olsa da, eski adının daha toparlayıcı olduğu fikrimi hâlâ muhafaza ediyorum.
Kongre’ye ilişkin vurgulamaya çalıştığım bir diğer noktayı ise 02 Haziran 2008 tarihli Medimagazin’deki yazımdan aynen alarak sizlere aktarmak istiyorum: “..çağrılı olarak yurt dışından gelen konuşmacılardan “vatandaş” olmayanların bilgi hazinemize pek de yeni bir şey eklediklerini söyleyemeyeceğim. Onların yerine pırıl pırıl gençlerimizi konuşturmamız çok daha yararlı olurdu diye düşünüyorum ve Kongre sonrasında böyle düşünenlerin sayısının hiç de az olmadığını gördüm. Kongre’nin dokuzuncusunu düzenleyecek olanların, bu konuda seçim yaparken daha özenli davranacaklarına inanıyorum.” Görünen o ki, iki yılda hiçbir değişiklik olmamış. Hem benim hem de görüşlerini aldığım katılımcıların izlenimlerinin bir önceki Kongre için söylediklerimin aynen geçerli olduğunu göstermektedir.
Bu bağlamda söylemek istediğim bir başka husus da şu dil meselesidir. Eskiden olsa yabancı dil bilen sayısı az denebilirdi, fakat artık kongrelere katılanların hemen hemen yüzde 90-95 kadarı en azından İngilizce’yi anlayıp konuşacak kadar bilmektedir. Dolayısıyla bir “eziklik” söz konusu olmasa gerek. Dolayısıyla kimsenin kimseye “Ben yabancı dil biliyorum” gösterisi yapmasına da gerek yoktur. Eğer bu bir ihtiyaçsa, bu ihtiyaç uluslar arası kongrelerde pekala giderilebilir. Bizim ulusal kongrelerimiz adı üstünde “ulusal” niteliklidir ve resmi dili de Türkçe’dir. Fakat maalesef bizim kongrelerimizdeki, gelen yabancılara İngilizce soru sormak ya da sorulan soruya İngilizce cevap vermek diğer ülkelerin ulusal kongrelerinde pek de görülmeyen bir davranış biçimidir. Mademki kongrenin resmi dili Türkçe olarak saptanmıştır, o halde orada Türkçe konuşulmalıdır. Yabancıların konuşmaları da tercüme edilerek izleyenlere aktarılmalıdır. Yeri gelmişken şunu da söylemek isterim ki, özellikle üniversitelerimizdeki yurt dışı “kongre turizmi” ile ilgili görüşlerimi de ayrı bir yazı ile belirteceğim.
Onuncu kongreyi düzenleyecek olan arkadaşlarımıza şimdiden başarılar dileyerek önerilerimizi de dikkate alacaklarını umuyorum.
Yeni bir konuda buluşuncaya kadar esen kalın, sağlıklı kalın.