Her şeyin bu kadar hızlı değiştiği bir ülkede bugün için neyin umut neyin hayal kırıklığı olduğunu anlamak mümkün değil. Belki de her şey ancak geriye dönüp bakıldığında daha net olarak görülecek. Gündeme getirilen korkular ve kaygılar mı yersiz, yoksa görünenden farklı bir amaç mı var. Hangi korku ve kaygıların olanı görmeyi engellediği de ancak o zaman görülecek. Aynı durum hekim ve akademisyen dünyası için de geçerli. Tartışılan konular hiçbir zaman yalnız kendisi olarak tartışılmıyor. Yapılanlara ve yapıl(a)mayanlara bakıldığında başka kaygıların, korkuların ve amaçların her zaman ana konuyu geri planda bıraktığı görülüyor.
Bunun en güzel örneği hekimlerin tam gün çalışmasıdır. Hekimlerin kamu kurumlarında tam gün çalışması gerektiği hemen hemen herkes tarafından kabul gören bir düşünce olmasına karşın belli bir uzlaşma sağlanamamıştır. Tam gün çalışma ile ilgili Yasa’nın çıkma sürecinin en başından konuyla ilgili Anayasa Mahkemesinin kararı çıkana kadar olup bitenlere bakıldığında sağlıklı bir tartışmanın yaşanmadığı açıkça görülmektedir. Kimin ne demek istediği, neyi amaçladığı belirsiz bir hal almış, Anayasa Mahkemesi kararı sonrasında da çetrefilli bir durum ortaya çıkmıştır.
Bir başka örnek ise ülkemizde ciddi hekim açığı bulunduğu görüşünden yola çıkılarak birçok yeni tıp fakültesinin açılmasıdır. Yeni tıp fakültelerinin açılması yanında bir yandan da olanakları arttırılmadan var olan tıp fakültelerine alınan öğrenci sayısı da arttırılmıştır. Yeni kurulan tıp fakültelerindeki eğitim düzeyi tartışılırken kontenjanlardaki artışlar daha eski tıp fakültelerinin eğitiminin niteliğine olumsuz etki yapmıştır. Bir yanda hekim sayısının yeterli olduğu söylemi, diğer yanda ise hekim sayısının mutlaka arttırılması gerektiği söylemi. Yıllar sonra bugüne dönüp bakıldığında iyi ki hekim sayısı mümkün olduğunca arttırılmış mı diyeceğiz, yoksa kötü hekimlik uygulamaları ile mi uğraşacağız, hep birlikte göreceğiz.
Görünüşe bakılırsa rektörlük atamalarından herkes şikâyetçi ve herkes sistemin değişmesi gerektiğini düşünüyor. Fakat ne geçmişte ne bugün elindeki gücü yitirmek istemeyenler bu konuda ciddi bir adım atmadı ve atmıyor. Yıllardır rahatsız olunan konu aynı iken yalnız şikâyetçi olan taraflar değişti. Dün sessiz kalanlar bugün isyanlarda, dün isyan edenler ise bugün sessiz. Yıllardır rektörlük seçimlerinin uygulamada hiçbir anlamı olmaması ise öğretim üyelerinde bezginlik ve bıkkınlık yaratmakta ve pek de etik sayılmayacak yeni bir kurum kültürünün oluşmasına yol açmaktadır. Giderek her açıdan rektörlük yapabilecek adaya oy verme eğiliminden atanabilecek adaya oy verme eğilimi yerleşiyor. Ne yazık ki bu tutumu besleyen en önemli kaynak çıkar elde etmedir. Birçok öğretim üyesi tarafından rektöre yakın olarak akademik yükseltmelerden, ek derslerden, ihalelerden ve yöneticiliklerden pay almak hedeflenmektedir.
Kabaca düşünüldüğünde bile bunlara kolayca benzer birçok örnek eklenebilir. Böylesine kutuplaşmaların yaşandığı konular arasında Yükseköğretim Kanunu, Sağlık Bakanlığı kurumlarında uygulanmakta olan ve üniversitelerde de yaygınlaştırılmaya çalışılan performans sistemi, Sağlık Bakanlığı tarafından çıkarılmış olan yönerge ve yönetmelikler, özelleştirmeler, ilaç takip sistemi, sağlık hizmetlerindeki ücretlendirme sistemleri, Sağlık Bakanlığı tarafından çıkarılan Tanı ve Tedavi Protokolleri Etik Kurulu Hakkında Yönetmelik, aile hekimliği, zorunlu mesleki mali sorumluluk sigortası sayılabilir. Aynı konuyla ilgili birbirinden taban tabana zıt bakış açılarının olması ve bir yanda derin bir kaygı ve hayal kırıklığı içinde olanlar varken diğer yanda ise geleceğe umutla bakanların olması psikolojik ve sosyolojik olarak araştırılmayı ve yorumlamayı bekleyen bir konudur.