1980’li yıllar, Anadolu’nun bir köyü. Kahramanmaraş – Adıyaman yolu üzerinde küçük ve şirin bir köy. Kuru rüzgârlar esiyor ve toz toprak kalkıyor yokluğun, yoksulluğun üzerine. Varla yok arasında yaşamlar. Mutlulukların sebepleri küçücük, hüzünleriyse imkânsızlıklar kavuruyor güneşin kızgın kucağında. O yoklukta köyde elektrik de yok tabii ki. Ay yüzünü gösterirse aydınlanıyor geceler. Ya da yağmurlu gecelerde şimşekler aydınlatıyor karanlığa teslim olmuş geceyi. Issız siyahlığın ortasında şimşekler kükreyerek karanlığı yırttığında, dar yer yatağında sıkışık yatan çocuklar gök gürültüsünün korkusuyla daha da sokuluyorlar birbirlerine. İnsana sığınmanın verdiği güveni tanıyorlar küçücük yaşlarında. O çaresizliğin ortasında, beraber olmanın güvenli limanından başka sığınacak yerleri de yok zaten. Büyüdükçe daha da iyi anlayacaklar birine güvenle sarılmanın her derde deva olabileceğini. Ve de öylesi şifa veren insanların hayatta ne kadar az olduğunu.
Bu sıcak güven duygusunu hayatının ilk adımlarında öğrenmeye başlayan Mustafa dokuz çocuklu bir ailenin üyesi. Köyde ilkokul çağındaki çocukların meşgul olduğu yegâne işle meşgul oluyor; çobanlık. Babası da çoban. Kuru ekmekle dokuz çocuğa yetişmeye çalışan bir de anacığı var. On bir kişi oturuyorlar yer sofrasına. Ve o sofrada bazen büyük şehirlerdeki tek dişi kalmış canavarın bile sunamadığı yiyecekler olabiliyor. Belki süslü tabaklarda değiller ama katkısız kaymaklı yoğurt, alın teri ürünü halis beyaz peynir, kırmızı kırmızı kokan domates ve lezzetine doyulmaz taze süt. Günümüz şehirlerinde çoğu yetişkin bu gerçek tatlara hasret. Çoğu çocuk, çoğu genç böyle lezzetlerin ne olduğunu bile bilmiyor. Günümüz çocukları, gençleri eğer Mustafa’nın tattığı o peyniri, domatesi yeselerdi, o sütü içselerdi, bugün en pahalı marketlerden alabilecekleri peyniri, sütü bir daha ağızlarına bile sürmezlerdi. Bunları yazarken ben bile şaşırıyorum, Mustafa’lara mı üzüleyim yoksa günümüz çocuklarına mı diye.
İşte böylesi bir yokluk içinde varlıkla ya da varlık içinde yoklukla ilkokulu bitiriyor Mustafa. Büyüyüp de çocukluk yıllarını anımsadığında bile yokluğun sancısı bir kramp gibi giriyor karnına. Diğer yandan da, o yıllarda hissettiği içten huzuru ve onca yoklukta bile ailecek paylaştıkları tarifsiz mutluluğu hatırladıkça da, gözlerinin içi gülüyor. Hiçbir bayram hatırlamıyor ki; yeni ayakkabılar ya da yeni kıyafetler alındığı. Yaşça büyük kardeşlerin eski giysileri anacığı tarafından yamanır, lastik pabuçlar da köy çeşmesinde yıkanırdı. Ve de o zamanın en popüler jölesi olan, kaynağından soğuk pınar suyuyla da saçlar ıslatıldığında, işte bayrama hazırlardı. Öylesi bir yokluk hissetmiyor belki bugün çoğu insan ama bayramların ne o heyecanı kaldı yüreklerde, ne de o lezzeti var artık. Günümüz insanı sahte bir varlık içinde tarifsiz bir yoklukta gibi sanki.
O güne kadar hep duyuyorlar Adıyaman varmış, Maraş varmış hele bir de Antep varmış yanı başlarında. İşitiyorlar bu şehirleri ama çocuklara o şehirler ışık yılı uzaklıkta geliyorlar. Hayal bile edemiyorlar ki. Hayat mücadelesi ortasında, tüm evrenleri o küçücük köy kadar. Üç beş kelimeyle anlatılan şehirlerse masallar kadar uzak zihinlerinde.
İyi ki köyde bir kaç tane de olsa Anadolu’nun derin kültürünü taşıyan, bilge yaşlılarından var. O paha biçilmez insanların etkisiyle, Mustafa bir bakıyor ki Urfa’da yatılı okulda. Ortaokul ve liseyi o okulda bitiriyor. Ama bazen aç bazen susuz Mustafa. Lafın gelişi de değil öyle, yiyecek lokması yok kimi günlerinde. Aç karnına uyumaya çalışmanın nasıl bir çaresizlik olduğunu iyice anlıyor anlamasına ama asıl derdi başka küçük yavrunun. Yüreğini delen, içini en çok acıtan derdi; “annesizlik”. Büyüdüğünde bile, o yıllardan üstünde kalan, hiç unutamadığı, canını yakan; annesizlik. Ve yaşadığı o annesizlik Mustafa’nın içinde öylesi bir boşluk bırakıyor ki, hayatı boyunca hiç kapanmayan bir yara gibi kalıyor ruhunda.
Okulun yatakhanesinde anacığını düşünüyor, kardeşlerini ve çok konuşmayan, devamlı çalışan babasını. O ıssız yatakhanede Mustafa gibi özlem dolu çocukların yalnızlığını ise okula yeni atanmış bir öğretmenleri paylaşıyor bazen. İnsan sevgisiyle dolu, yüreği güzel bu öğretmen her akşam uğruyor dünyanın pek de umursamadığı bu yalnızlık yatakhanesine. Özlemlerinde boğulan, kaygılarında sıkışan küçük yüreklere neşe oluyor, yalnızlıklarında sıcak bir ses oluyor. Geleceğin büyükleri bu kıymetli öğretmenleriyle türküler söylüyorlar bazen. Müziğin şifa veren notalarında hep birlikte paylaşıyorlar acıları, hayalleri, düş kırıklıklarını, meçhul umutları. Mustafa da hiç unutmuyor bu insan sevgisi dolu, öğretmen gibi öğretmen hocasını. Öğretmen olmanın hayattaki değerini, insanlık için kıymetini, yarınlar için önemini büyüdükçe daha da iyi anlıyor. Alınan unvanla öğretmen olunamayacağını, öğretmen olabilmek için önce insan olabilmenin ne kadar gerekli olduğunu kavrıyor. Hayatı boyunca da o öğretmenini gönül dolusu sevgiyle ve minnetle taşıyor anılarında. O güzel öğretmeni ne zaman ansa, sıcacık bir gülümseme konuyor yüzüne.
Yaz tatillerinde köyüne döndüğündeyse, karnavallar kuruluyor Mustafa’nın kalbinde, en neşeli şarkılar çalıyor sanki kulaklarında. Hele annesinin Mustafa’sını görür görmez o tatlı telaşı yok mu? Oğluna sarılışı; ve cennet dedikleri bu olsa diye geçiriyor Mustafa içinden. Köyde çoğu ailenin evi yok. Olan evlerin çoğunun da damı yok, en büyük evse 2 odalı. Yokluğun içinde yokluk ama sevdikleriyle olunca orası Mustafa için dünyanın en güzel köyü oluyor yazları.
Böyle böyle lise bitiyor. Mustafa köye dönüyor. Üniversite mi? Mustafa aklından bile geçirmiyor. Dershaneye gitmeyenin üniversite kazanması neredeyse imkânsız. Sadece 2-3 soru çözerek üniversiteye girebilmek gibi garip ve yanlış bir durum da yok tabii. Hadi diyelim ki imkânsızı başardı ve kazandı. Ankara’ya İstanbul’a gitmek, orada kalıp üniversite okumak kolay mı? Çok para ister. Mustafa ise parayı hayatında hiç görmedi ki.
Çok şükür baba mesleği var diyor(!) Çobanlık. Kariyer planında “Liseli Çoban” olarak ilerlemek gibisi var mı? ‘Dünya fark etmese de büyük gurur’ diyor Mustafa, acı bir gülümseme dudaklarından geçerken. Böyle düşüncelerle çaresizlik denizinde rutin kulaçlarını atarken, bir de ne görsün? Urfa’daki okuldan arkadaşı Abdullah tam karşısında duruyor. Önce gözlerine inanamıyor Mustafa, hiçbir şey diyemeden, hiçbir şey yapamadan aheste bir şaşkınlıkta Abdullah’a öylece bakakalıyor.
Abdullah’ın o ücra köye gelmesine en ufak anlam veremese de, arkadaşını görmenin mutluluğuyla sıkı sıkı sarılıyor dostuna. Ayaküstü ilk sözler, dostça sıcak bakışlar, samimi gülümseyişler. Abdullah Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini kazanmış. Mustafa öyle seviniyor ki dostu adına. Bırakın kıskançlığı, kendi üzüntüsünü bile unutturuyor bu güzel haber. Dostun başarısına sevinebilmek, unutulmaya yüz tutmuş en büyük erdemlerden biri değil mi günümüzde? Kendisini görebilmek için onca yolu gelen arkadaşını eve davet etmek istiyor ama Mustafa’nın ve ailesinin evi yok. Banyo ya da tuvaletleri de yok. Şimdi daha da bir isyan edesi geliyor yokluğa ama elden ne gelir?
Abdullah arkadaşını böylesi bir hiçliğin, çaresizliğin içinde buluyor. Etrafa baktıkça, köyde yaşayan insanların yürek parçalayan durumlarını gördükçe, Abdullah kendini tutamıyor, başlıyor ağlamaya. İnsan yüreğine sahip çünkü. Ve kişi başkalarının acılarını anlayabildiği kadar insandır. Gözyaşları avuçlarına da sığmayınca, kuru toprağa dökülüyor damla damla. Abdullah azıcık kendine geliyor. Siliyor gözyaşlarını. Biliyor arkadaşını, tanıyor Mustafa’yı ve inanıyor ona. Öyle ki, ertesi gün arkadaşını Ankara’ya götürüyor.
Mustafa köyden ayrılırken, yani yeni bir annesizliğe yelken açarken, anası arkasından ağlıyor. Bir yandan oğlu için umutlu, diğer yandan yine hasret. Sevinsin mi, üzülsün mü kadıncağız? Bir diğer tarafta babası. Bir babanın elinin kolunun bağlı olmasının yaşattığı acı anlatılamaz ki, kelimelere dökmeye çalışalım. Göğsünü ezen bu acının altında yine konuşamıyor babası, sözcükler çıkmıyor ağzından. Ama erkeklik engelindeki gözyaşları, yakarcasına doldurmuş gözlerini. Ve o buğulu baba gözlerinde yanık yanık Anadolu türküleri. Bu ayrılışın, bu bilinmezliğe gidişin yoğunluğunda Mustafa da başlıyor ağlamaya. Söylenecek söz yok ki. Dedik ya, amansız bir yokluğun ortasında, varla yok arası yaşamlar. Çaresizlik de sevgi kadar gerçek ve hemen yanı başlarında.
İki dostu taşıyan otobüs hareket edip yavaş yavaş hızlanıyor. Onca yoğun hislerin, düşüncelerin, kaygıların, umut parıltılarının arasında, Mustafa çok derinden bir şey daha hissediyor. Kozasından çıkma yolculuğu yapan kelebekler gibi olduğunu.
Ankara’da, Abdullah odasını, sofrasını, tek geçim kaynağı olan bursunu, kısacası sahip olduğu ne varsa her şeyini Mustafa’yla paylaşıyor. Öyle ki, kendi içmemesine rağmen, Mustafa’nın sigarasını bile eksik etmiyor. Bunca kısıtlı bir parası olmasına karşın, Mustafa’nın sigarasını hiç yadırgamıyor, arkadaşı için onu da karşılıyor. Ne ince bir davranış, nasıl asil bir insanlık. Böylesi ince bir tavırla Abdullah’ın o günlerde kendine olan yaklaşımını, desteğini Mustafa şöyle anlatıyor: “Bana sadece ve sadece sevgiyle, kardeşçe ve insanca davrandı.”
İlerleyen yıllarda ise, Mustafa bu kötü alışkanlığını ebediyen bırakmayı da başarıyor. Bir daha hiç sigara içmiyor. Sigaradan geriye tek kalan, ondan kurtulabilmenin sevinci ve daha da önemlisi Abdullah’ın ona gösterdiği bu çok kıymetli anlayışın, kardeşçe sevginin hatırasını taşıması.
Ankara’da, Sıhhiye’de ikamet ediyor iki dost. Bir yıl boyunca Mustafa öylesi çok ders çalışıyor ki, tüm dünyası sadece ders kitaplarının komşuluğunda. Sıhhiye’ye yürüme mesafesinde olan Kızılay’a bile ancak on ay sonra gidebiliyor. Evde tek eğlenceleri var. Sadece Ankara radyosunu çeken pilli küçük bir radyo. Ders çalışmaktan ibaret dünyasına düşen tek ışık o radyodan eve yayılan müzikler. Mustafa radyoda “Dışarda mevsim baharmış, gezip dolaşanlar varmış” şarkı sözlerini her duyduğunda, bu şarkı benim için yazılmış demeden edemiyor.
Üniversiteye tüm gücüyle hazırlanıyor Mustafa. Tercih günü gelip çatıyor. Arkadaşının çabasını mutlulukla izleyen Abdullah tercih zamanı ipleri eline alıyor. Mustafa’nın üniversite sınavından aldığı puan, İstanbul dahil birçok hukuk fakültesine yetiyor. Çok sevdiği arkadaşı Abdullah gibi hukuk var gönlünde Mustafa’nın. Buna karşın, Abdullah ya eğitim ya da edebiyat fakülteleri yazdırıyor. Mustafa içten içe biliyor Abdullah’ın mutlaka bir bildiği olduğunu ama yine de dostuna sitem etmeden duramıyor. ‘Puanım bu kadar yüksekken, iyi hukuk fakültelerini de tutarken, Abdullah bana bunu mu layık görüyor?’ diye sorup duruyor zihninde.
En sonunda dayanamıyor Mustafa, çok sevdiği dostuyla konuşuyor. Ne istediğini anlatmaya çalışıyor. Abdullah’ın önerilerini pek istemediğini kıymetli arkadaşına söylemeye çabalıyor. Abdullah sükûnetle dinliyor bu haykırışları. Hiç kesmiyor sözünü. Sabırla ve güven veren bir sessizlikte Mustafa’nın her kelimesini sonuna kadar dinliyor. Mustafa’nın sözleri bitiyor. Ve Abdullah yine sakin ama çok kararlı bir tonda tane tane sözcüklerini sunuyor: “Mustafa! Sen öyle bir öğretmen olacaksın ki, Türkiye bir öğretmen görecek sevgili dostum.”
Mustafa köyünde Abdullah’ı ilk gördüğü an gibi, kalakalıyor yine. Kendisine, kendisinden çok güvenen, kendisini koşulsuz destekleyen dostunun bu sözleri yeni yağmaya başlayan iri kar taneleri gibi düşüyor kalbine. Ama soğutmuyorlar kalbini, aksine her tane gönlüne dokunur dokunmaz çiçek açıyor. İki arkadaş sessizce birbirlerine bakarken, duvardaki saatin saniyeleri tık tık sessizliği bölerken Mustafa anlamaya başlıyor dostunu. Karşılıklı oturan iki arkadaş gülümsemeye başlıyor. Dudaklarında gülümsemeleri daha da büyüyor. Mustafa ayağa kalkıyor. Yüzünde o sıcak gülümsemeyle, aynı Abdullah’ın söylediği şekilde tercihlerini yazıyor kâğıda.
Heyecanlı bir bekleyiş ve ardından sonuçlar açıklanıyor: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi. Mustafa’nın gözleri dalıyor birden. Ne de olsa yoklukta var olma çabası veren bir yürek. Kariyer basamakları başındaki “Liseli Çoban” bölümünü anımsıyor. Bu seferde ince bir ürpertiyle bir korku yayılıyor yüreğine: “Üniversite kazanmış bir çoban olma korkusu”. Boğazı düğümleniyor. Sonra, Abdullah öğreniyor sonucu. Ve sevinçten ağlamaya başlıyor. Bir yanda, uzaklara dalmış gözlerle Mustafa, diğer yanda sevinçten gözyaşları döken Abdullah. Nasıl güzel bir film sahnesi olurdu…
Nasipte varmış diyor Mustafa, İstanbul’da alıyor soluğu. İki dost yine yan yana tabii. Kayıt yaptırmaya Abdullah’la birlikte gidiyorlar. Abdullah yine koşulsuz destek Mustafa’ya. En ucuz yemeklerden yiyorlar, en ucuz konaklama yollarını buluyorlar. Dostuyla birlikte, bin bir zorlukla çıktıkları her basamakta, Mustafa yanı başındaki arkadaşına her baktığında aynı şeyi düşünüyor: “Büyük adamsın Abdullah!” Yine çok çalışıyor Mustafa ve en iyi şekilde mezun olmayı başarıyor.
Evet, Mustafa bir öğretmen oluyor. Öğretmen olmak kolay mı? Hele bir de bunun değerini bilen bir öğretmen olmak. İnsanların ve insanlığın geleceğini inşa edebilmek. Bunun ne kadar hayati olduğunun farkında olabilmek. Emekle yapılan her meslek çok değerlidir elbette ama böylesi bir öğretmen olabilmek hiçbir kıyas kabul etmez. Çünkü tüm meslekleri doğuran tek meslek, yine öğretmenliktir. Kendini öğretmen zannetmek değil, herhangi bir kurumda öğretmen kadrosunda maaş almak değil, öğretmen olabilmek! Çok az insan bu şerefe nail olabilir. Ve Mustafa bu kutsal görevi layığıyla taşıyor. Öğrencilerine ışık oluyor. Mustafa bir öğretmen oluyor.
Sunay Akın bir konuşmasında şöyle söyler: “Sanatçılar, politikacılar, mühendisler aklınıza hangi meslek geliyorsa, bunların görevi cepheye cephane taşımaktır. Yani tüm o meslekler cephe gerisinde görevlidir. İnsanlığın aydınlanma savaşında, o cephede ön safta savaşan tek meslek vardır: Öğretmenler. Diğer tüm mesleklerin görevi o kutsal cepheye, öğretmenlere cephane taşımaktır. O nedenle diğer tüm unvanlar öğretmenlikten sonra gelir.”
Bu nedenledir ki, Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda maaş düzenlemeleri yapılırken, Atatürk’e milletvekili maaşlarının ne olması gerektiği sorulduğunda, Atatürk önce öğretmen maaşlarını sorar ve ardından “Milletvekili maaşı da en fazla bir öğretmen maaşı kadar olabilir” diye çok net bir biçimde belirtir.
Öğretmenlik sadece geleceği mi inşa etmektir? Asla. Öğretmenlik geçmişi, şimdiyi ve geleceği anlatır. Geçmişini bilmeyen, daha da kötüsü unutan tüm toplumlar. Nereden geldiklerini bilmediklerinden, nereye gideceklerini de bilemezler. Ve o şuursuzlukla, büyük ıstıraplar çekerek yok olurlar. Geçmişi doğru anlatmak, tarih bilinciyle insana şuur kazandırmak öğretmenlerin en büyük armağanlarından biridir insanlara.
Bir ülkeyi, bir toplumu güçlü kılan nelerdir? Sahip olduğu doğal kaynaklar mıdır? Nüfusunun çokluğu mudur? Bir toplumu güçlü kılan insanlarının kalitesidir. Dünyanın en fazla doğal kaynağına sahip birçok ülkesinin insanları perişanlık içinde yaşamaya çalışıyor. Böyle ülkelerin çoğu, dünyanın en geri kalmış ülkeleri ve o doğal kaynaklarını ise başka ülkeler sömürüyor. Dünyanın en gelişmiş ülkelerinin çoğunun yine nüfus olarak çok fazla olmadığı da bir gerçek. Kaynağınız çok olsa da, nüfusunuz çok olsa da, eğer insan kaliteniz yüksek değilse, ne kaynaklarınızı kullanabiliyorsunuz ne de o fazla nüfusu besleyebiliyor, onlara iyi bir yaşam sunabiliyorsunuz. Yani şu anınızı, şimdinizi, iyi yaşayıp yaşamadığınızı, geleceğe güvenle bakıp bakmadığınızı birlikte yaşadığınız insanların kalitesi belirliyor. Kısaca şimdinizin ve geleceğinizin nasıl olacağını belirleyen insan kalitesi. Peki, bu insan kalitesini yükselten en ön saftaki meslek hangisi? Elbette yine öğretmenlik.
Tüm bunların ışığında, çok net bir gerçek ortaya çıkıyor: Bu önemli mesleği icra edecek insanların da büyük bir özenle seçilmesi gerekliliği. Bakın Mustafa öğretmen bu konuda ne söylüyor bizlere (Yaylamaz, 2011): “MEB ve ÖSYM Başkanlığı, öğrenci seçme sınavı yaparken öğretmen alımlarına başka bir yöntemle yaklaşmalı desem; beni kim dinleyecek. Öğretmen seçilirken sadece bilgi, yorum ve diğer yeteneklerle birlikte ‘Öğretmenliğe Hazırbulunuşluk Düzeyi’ ve ‘Duygusal Durumu’ da dikkate alınmalı desem beni kim dikkate alacak. Yaşam Fakültesinden mezun olanları Eğitim Fakültesine almayı düşünseniz mi acaba? Dinlemezler ki; e o yüzden de hiçbir şey demiyorum.”
Mesleğini severek, hakkıyla yapan her güzel insan gibi, sanki Mustafa öğretmeni de üzmüşler biraz. Ama sakın küstüğünü düşünmeyin, o her gün çalıştığı okula ilk giden, her öğrencisine sevgiyle ve adaletle yaklaşan ve öğrencilerinden umudunu hiç kesmeden onlara her şeyiyle hep destek olan, öğretmen gibi bir öğretmen. Bizler de can kulağıyla dinlemeliyiz böyle öğretmenleri. Öğretmenim diye geçinenleri değil! Ya da öğretmenlere hak ettiği değeri vermeyenleri değil! Böylesi tutkuyla, aşkla, insan sevgisiyle öğretmenlik yapan, insanlara, insanlığa yardım eden kişileri dinlemeli, onların kıymetini çok iyi bilmeliyiz.
Okumakta olduğunuz bu yazı da bunları unutturmamak, böylesi güzel insanları yad etmek için atılmış adımlardan sadece bir tanesidir. Böylesi yazıları okumaya zaman ayıran, Öğretmen Mustafa’ları, Avukat Abdullah’ları unutmayan tüm kıymetli insanlar! Sizler bu dünyanın daha da güzel olmasını sağlayacaksınız. Öğretmen ya da avukat olun, istatistikçi ya da mühendis olun, reklamcı ya da çiftçi olun, o paha biçilemez alın terinizle icra ettiğiniz meslek ne olursa olsun, en karanlık, en umutsuz anlarda bile, umut siz olacaksınız. Durmak yok! Okumaya ve öğrenmeye devam…
Mesleğini layığıyla yapan tüm öğretmenlerimizi sevgi, saygı ve minnetle selamlayarak, Mustafa öğretmeni dinlemeye devam edelim. Bakın yine ne kadar asil şeyler anlatıyor bizlere, ne ince mesajlar veriyor, ne güzel öğretiyor yine; dostluğu, sevgiyi, insan olabilmeyi, vefayı, hiç bitmeyen umudu… :
“Sevgili Abdullah Edebiyat Fakültesi bitene kadar bursunu benimle paylaşmaya devam ettin ya. Babasın, paşasın, insansın. Bu yüzyıl seni gördü, kıyamet başka bir yüzyıl arasın kopmak için. Sana minnettarım Avukat Abdullah. Dileğin mi? Her sabah okula giderken törenle gidiyorum. Her sabah en erken ben koklarım okuldaki bereketi, en geç ben çıkarım bu kutsal yuvadan. İşimi, okulumu, öğrencilerimi, sevgili öğretmen dostlarımı çok seviyorum. Çok mutluyum. Beni çok seven öğrencilerim ve öğretmen arkadaşlarım bilsinler ki asıl sevilmesi gereken sensin. O munis ve babacan sesin kulaklarımda; ‘Lütfen Mustafacığım…’
Burada en büyük idealim uğrunda çalışmaya devam ediyorum; Nice Abdullahlar yetiştirmek. Çünkü kozasından çıkmayı bekleyen nice Mustafalar var.”
Mustafa öğretmenin bu satırlarını defalarca okudum, okuyorum ve nefesim yettiğince okumaya devam edeceğim. Her okuduğumda ilk kez okuduğumdaki gibi duygulanıyor ve çok etkileniyorum. Böylesi insanların varlığıyla umut doluyorum. Mesleğimi yeterince iyi yapıp yapamadığımı sorguluyorum. Bu anlamlı hayat hikâyesinden aldığım güzel enerjiyle mesleğimi daha iyi yapabilmek, daha iyi bir insan olabilmek için daha büyük bir gayret aşkıyla doluyorum. Eminim ki okumaya vakit ayıran siz kıymetli insanlar da, kim bilir nice nice güzel ezgiler yakalamışsınızdır böylesi değerli bir gerçek hayat hikâyesinden.
Mustafa öğretmenin ve Abdullah avukatın soyadlarını, şuan nerede olduklarını ya da hayatta olup olmadıklarını bile bilemiyorum. Buna karşın, kendileri hayatımda tanıdığım en kıymetli ve en çok sevdiğim insanlardan iki tanesi. Bu pek değerli iki insanla, Selahattin Yaylamaz’ın çok güzel eserlerinden biri olan Okuma Zekâsı kitabında tanıştım (Yaylamaz, 2011). Bu kıymetli kitabı okumanızı gönülden tavsiye ederim. Selahattin Yaylamaz’a hem bu güzel kitabı için, hem de beni Öğretmen Mustafa ve Avukat Abdullah ile tanıştırdığı için içten teşekkürlerimi huzurunuzda sunmak istiyorum.
Kaynak
Selahattin Yaylamaz, “Okuma Zekâsı”, Hayat Yayınları, İstanbul, 2020.
8 yorum
Hocam Merhaba. Yazınızın konusunu oluşturan başarı hikayesi çok etkileyici. Yazıyı okurken imkansızlıklar içinde okuyup ilim tahsil eden gençleri hatırlattınız. Kendi hayatımdan da yansımalar buldum yazınızda. Elinize emeğinize sağlık.
Çok teşekkür ediyorum. Hepimize çok yakın böylesi anlamlı yaşanmışlıkları birlikte paylaşmak, unutmamak çok kıymetli.
Harika
Çok teşekkür ediyorum.
Sevgili hocam,
öğretmen cüreti öldüren, cesareti dirilten bir evrensel değerdir. öğretmen,düşüncede sürekli devrim sürecinin tetikleyicisidir.
Bu anlamda eğitimle ilgilenen her bireyin öğretmenliğini yaşam biçimine dönüştürmesi bir sorumluluktur.
Bu yazınız beni bu cümleleri kurma heyecanına taşıdı.
Teşekkürler.
Sayın Hikmet Akgül, asıl ben size çok teşekkür ediyorum.
Eline koluna sağlık hocam
Çok teşekkür ediyorum.