Bu kez hazırlıksız değildik. Dünya Sağlık Örgütü’nün küresel ölçekte ölümcül bir grip salgınının beklendiği yönündeki uyarıları yanında bazı Asya ülkelerinde başlayıp son olarak Rusya’da, Hollanda ve Romanya gibi Avrupa ülkelerinde de görülen kuş gribi tehdidi doğrultusunda Sağlık ve Tarım Bakanlıkları, ülkemizde bir grip salgını olasılığına karşı gerekli hazırlıkları yapmıştı. Konunun tarafı olan çeşitli kesimler bilgilendirilmiş, görüşleri alınmış; ilgili birimler ve görevliler uyarılmış; eylem planları oluşturulmuştu.
Bundan dolayı, Balıkesir Manyas dolaylarındaki hindi çiftliğinde kuş gribi hastalığının görülmesini takiben, hızla prosedür işlemeye başladı ve bölge karantina altına alındı. Söz konusu çiftliğin çevresindeki 3 km. çapındaki alanda kanatlı hayvanların itlafına başlandı. Yedi km. çaplı alanda ise hayvan hareketleri kontrol altına alındı. Yetkililer konu hakkında bilgi sahibiydiler ve ne yapacaklarını biliyorlardı. Yani, bu kez dersimize çalışmıştık. Özel korumalı kıyafetleriyle, maskeleriyle görevliler olay yerine intikal ettiler ve yapılması gereken çalışmaları yaptılar.
Bu tür “geliyorum” diyen sorunlarda bile önceden beri alışageldiğimiz tipik vurdumduymazlık halini, bu kez sergilemedik. Bizzat Sağlık ve Tarım Bakanları ile Bakanlık yetkilileri konuyu sahiplendi. Düzenli açıklamalarla, basın toplantılarıyla sorunun kontrol altında olduğu imajı verildi. Kısa sürede kamuoyu bilgilendirildi. Toplumsal duyarlılık hemen oluştu. Konunun tarafı olan kurum ve kişilerle ortak konsensus ve dil birliği sağlandı.
Bunlar, kriz yönetiminde başardıklarımızdı. Avrupa’ya adım atmış bir ülkeye de bu yakışırdı.
Ancak, bazı sorunlar da yaşanmadı değil. Medyada olay biraz abartılarak yansıtıldı. Sağlık muhabirlerinin yetersizliğinden mi; yoksa ilgi çekmek kaygısıyla mı bilinmez; olası senaryolar ile reel durum biraz karıştı. Uzmanların açıklamalarından Dünya Sağlık Örgütü’nün kötü olasılıklara hazırlanmak adına ortaya attığı senaryolara ait ifadeler, sanki mevcut durumla ilintiliymiş gibi manşetlere taşındı. Lokal ve sadece bir çiftlikte görülen olay, ulusal bir salgın gibi takdim edildi. Asıl olarak kanatlı hayvanlar arasında yayılan ve insanlara nadiren bulaşan bir hastalık, doğrudan insanları tehdit ediyormuş gibi anlaşıldı. Halk arasında gereksiz bir panik ve endişe oluştu.
Bu korkunun beyaz et tüketimini etkilemesi olasılığı dolayısıyla yetkililer ve bazı uzmanlar rahatlatıcı beyanlar verdiler. Bu beyanlarda “hastalığın enfekte hayvanların etlerinin pişirilip yenilmesiyle bulaşmayacağı” ifadeleri yer aldı. Bu bilgi de özünde doğru olmakla birlikte, yanlış anlaşılabilirdi. Çünkü bu söylem, karantina bölgesinde itlafı yapılan kanatlı hayvan sahiplerinin “Madem pişirilince bulaşmıyor, o halde ben hayvanımı niye itlaf ekibine vereyim? Keser, pişirip etini yerim” şeklinde düşünmesine yol açabilirdi. Nitekim medyaya yansıtan görüntülerde, kimi vatandaşlarımızın tavuğunu, hindisini ve kazını kesip yediğini izledik. Oysa, enfeksiyon riski taşıyan hayvanların etlerinin tüketilmemesi ve itlaf edilmesi gerekiyordu. Çünkü, enfeksiyon olasılığı olan hayvanların yakalanması, kesilmesi, temizlenmesi ve pişirmeye hazırlanması aşamalarında virüsle temas riski söz konusuydu.
Doğru olan, beyaz et tüketicilerine: “Ülkemizde ulusal düzeyde bir salgın belirtisi değil, sadece lokal bir olayın söz konusu olduğu ve hastalık riski bulunan hayvanların tümüyle itlaf edildiği; uygun koşullarda üretilip, veteriner kontrolünde kesilen, marka garantili beyaz etin tüketiminde bir sorun olmadığının” belirtilmesiydi.
Bir diğer sorun: İtlaf çalışmalarına halkın katılmasıydı. Korumalı kıyafetleriyle görevlilerin yanlarında, onlara yardım eden sivillere ve hayvanlarını kendi elleriyle yakalayıp getirip itlaf ekibine teslim eden vatandaşlara ait görüntüleri medyada izledik. Oysa, böyle olmamalıydı. İtlaf işlemi, bütünüyle özel giysileriyle korunmuş görevlilerce yapılmalıydı. Belki itlaf ekibindeki elemanların sayısı yetersizdi. Ya da, bu görevliler yeterince eğitilmemişlerdi. Veya vatandaşımızın işgüzarlığı tutmuştu.
Ancak, kabul edilmesi gerekir ki, ülkemizde böyle bir durumla başa çıkmak, diğer bazı ülkelere göre çok daha zordur. Çünkü, kanatlı hayvanlar, sadece özel çiftliklerde ve entegre tesislerde yetiştirilip işlenmiyor. Geleneksel köy yaşamında, her evde birkaç kanatlı hayvan, insanlarla içe içe yaşamaktadır. Bu durum, mevcut hayvanlara ulaşılmasını ve itlaf işlemlerini zorlaştırıp geciktiren önemli bir faktördür.
Bu süreçten elde edilecek olumlu bir sonuç, beyaz et üretiminin ülkemizde Avrupa standartlarına uygun hale getirilmesi olacaktır. Nitekim, beyaz et üretilen entegre tesis sahipleri adına tüketiciye verilen “Yolcu değil, hancı oldukları” mesajı, modern üretici anlayışının ve marka kültürünün yerleştiğini gösteren bir Avrupalı davranışıydı. Bu tesislerimizin, birçoğunun AB ülkeleri standartlarına sahip olduğunu belgelemiş ve diğer bazılarının da bu belgeyi almak üzere olduğunu öğrendik.
Sonuçta; ülke olarak kusursuz olmasa da, önceki örneklerle karşılaştırıldığında, krizi iyi yönettiğimizi düşünüyorum. Ne var ki, bu beklenen kriz değildi. Sadece bir tatbikattı. Olası bir salgına karşı hazırlanmak ve “nerede ne tür eksiğimiz var?” bunları görmek üzere bizler için bir şanstı. Olaya böyle bakmakta yarar var.