Çağımızın en önemli bilimsel gelişmeleri olan Epigenetik, Laniakea, İnsan Konnektom Projesi, İzafiyet Teorisi, Kuantum Fiziği ve Holografi Kuramı gibi kavramlar aracılığı ile bilimsel olarak Kâinatın evrensel sırlarını açıklanmaya çalışıldığı bilinmektedir.
Newton Fiziği, evreni, neden-sonuç sürekliliği içinde işleyen mekanik bir düzen olarak açıklıyordu. Einstein, “İzafiyet Teorisi” ile dördüncü boyutu devreye sokmuş ve evreni rölatif (göreceli) bir değer olarak tanımlamıştı. Niels Bohr’un öncülük ettiği Kuantum Mekaniği ise fiziğin yeni bir aşamasıydı. Bu düşünce akımına göre, atomun içindeki parçacıkların hareketlerini gözlemleyerek onların davranışlarının nedenlerini anlamak mümkün olmuyordu. Çünkü bir parçacığın konumu incelenmek istenirken hızı, hızı incelenmek istenirken de konumu bozuluyordu. Evren, dalga desenlerinden oluşuyordu ve çeşitli düzeylerdeki enerji salınımlarının birleşmeleri sonucunda parçacıklar (nesneler) ortaya çıkıyorlardı. Einstein, hızın çok artırılması ve ışık hızına yaklaşılması durumunda, zamanın daha yavaş işleyeceğini, hatta belki durabileceğini ortaya koyunca herkes şaşkınlığa düştü. Çünkü insan, artık neyin doğru ve neyin de yanlış olduğunu bilemez bir hâle gelmişti. Gördüğü ve içinde yaşadığı dünya ve Newtoncu düzen mi gerçekti, yoksa Einsteincı izafiyet mi?(A. Arıtan).
İnsan ve tüm mevcudattan öteye, Kâinat da holografik biçimde organize olmuştur. Var edilen her ne varsa, tek bir bütünü oluşturan parçalardır. Kur’an-ı Kerim’in yanında, İncil’de de aynı ifadelere rastlıyoruz. Yuhanna İncili’nde: “Başlangıçta kelâm Rab idi. Her şey O’nunla oldu ve olmuş olanlardan hiçbir şey O’nsuz olmadı.” (1:1-3) diye kaydedilmiştir.
Yine, Kâinat’da var olan ister makro, ister mikro boyutta olsun her türlü bilgi, her anda ve her yerde var olan her ne varsa hepsinde de mevcuttur. Hatta insanın her zerresinde, her hücresinde, her nöronunda yer alır ve ona “şah damarından bile daha yakındır.” Yeter ki onu görecek göz, nasip ya da görev için gerekli kabiliyet, erdem, maharet ve liyâkat mevcut olsun. Yapılan kayıt, gözle görülen özelliklerin değil o görüntüyü oluşturan frekansların kaydıdır. Holografik düzeyde zaman ve mekân bulunmaz. İşte bu nedenledir ki, bilgiler hem “her yerde”dirler, hem de “her zaman” mevcutturlar. Beynimiz de holografik yapıda organize edilmiş olduğu için, aynı özelliğe sahiptir ve sınırsız olarak kayıt yapmak ve namütenahi bilgi depolamak mümkündür. Ayrıca yapılan kayıtların hologram plakasının tamamına yayılması nedeniyle her birim bütünün bilgisine sahip olma şansını da elde etmektedir.
Evren de holografik biçimde düzenlendiğinden dolayı, uzay-zaman koordinatlarının ötesine geçilmiş olunmaktadır. Böyle bir planda “geçmiş”, “şimdi” ve “gelecek” de aynı yerde ve aynı anda bulunmaktadır.
Albert Einstein bile; “Yerçekimi, elektromanyetik kuvvet, enerji, akım, moment, nötron, proton ve elektron gibi kavramların tümü, “her şeyin temelinde bulunduğu sezilen nesnel (objektif) gerçeği” açıklayabilmek için insan zihninin kurduğu teorik yapılardan, benzetmelerden ve sembollerden başka bir şey değildir.” demiyor muydu ki…
Ayrıca Konfüçyus düşüncesindeki Jen, Taoizm’deki Tao, Buddhizm’deki Nirvana, Hinduizm’deki Atman, Brahman ya da Çit’tir. Mistiklerin “Kutsal Hiçlik” ya da “Çok Katlı Sonsuzluk” diye adlandırdıkları da Northrop’un “Bölünmezliği” değil miydi! Bütün bu anlatılanlardan sonra, Einstein’ın dediği gibi “bütün algılar” ile “soyut sezgiler” bir olurlar. Bu, insanlığın geldiği ilginç bir aşamadır. En başından beri birbirlerine karşıt gibi duran pozitif bilim ile sosyal bilimler ve akıl ile gönül, ilk kez aynı noktada buluşmuş gibidirler. İzafiyet Teorisi ile Kuantum Fiziği’nin açtıkları yoldan giden Holografi Kuramı, “Evrensel Bütünsellik Olgusu”nun anlaşılması ve kavranması konusunda oluşturduğu sayısız imkânlar sayesinde, bizlerin “bütünsellik” yaklaşımında önemli bir yol almamızı sağlıyor. Gerçeğe varma yolunda felsefe bilimden, şiir ve sezgi de felsefeden önde geliyor. Uzaylılar, reenkarnasyon, ölümden sonraki hayat gibi konular hiç kimse tarafından “haydi canım sen de” şeklindeki yaklaşımlarla reddedilmiyor. Holografi ve Holistik düşünce ve hatta “Çağ” konusu da işte bunlardan birisi olarak karşımızda durmaktadır.
Holistik düşüncenin ufkundan bakıldığında, izafiyetin “zaman”, kuantumun da “mekân” kavramlarını yerle bir ettiğini görmemek mümkün değildir. Gördüklerimiz gerçek değil, düşündüklerimiz gerçek değil, algıladığımız zaman ve mekân senin algıladığından çok daha farklı bir yapıya sahip. Çünkü bunların hepsi, gerçekliğin varoluş biçimlerinden ve boyutlarından yalnızca bir tanesi, bir suret ve ancak bana “göre” böyle… Benim organize olduğun üç boyutlu dünya planına “göre” ve sadece o dar ara kesitte geçerli. Öncelikle bunları kavramamız gerekiyor. Yani bildiklerimizin kökten değişmesi ve büyük bir hayâl kırıklığı yaşamamız şarttır.
Burada insanın beyni işin içine giriyor ve “mercekleştiren” algı özellikleri ile, o karmaşık enerji salınımının içinden bir takım atom altı partikülleri “görünür” kılıyor, “algılıyor” ve onları böylece “canlandırıyor”du. Yani beynimiz bir transformatör gibi çalışıyor ve holografik planda var olan evrensel potansiyelin içinden kimilerine odaklanarak onlardan oluşan bir âlemi ortaya koyuyordu. Kendindeki mercekleştiren, yani sonsuz olasılıklar demetinin içinden odaklandığı bir özelliği ya da boyutu ortaya çıkaran nitelik sayesinde, üç boyutlu dünyayı oluşturuyordu.
Maddenin alt birimlerine doğru gidildikçe evrende yalıtılmış, yani tek başına var olan bir temel yapı taşının olmadığını görürüz. Var olan tüm birimler, birbirleriyle bir iletişim ve etkileşim içindedirler. Bizler de onları, ancak karşılıklı ilişkileri ve etkileşimleri içinde gözlemleyebilmekteyiz. Tıpkı bir insan bedeninde olduğu gibi. Sayısız hücre ve molekülden oluşur insan bedeni. Ama biz onları değil, onların ortak ürünlerini görürüz sadece. Yürürüz, güleriz, kalbimiz atar… Ama en ufak bir yerimiz incinse, bütün bedenimiz bundan ânında haberdar olur. Bütün hücreler birbirlerine muhtaçtırlar. Birinin sağlığı ve iyiliği; diğerinin iyiliği, sağlığı ve mutluluğu demektir. Bir hücrenin başarısı, diğerinin de başarısı anlamına gelir. Çünkü onlar (dışarıdan bakıldığında) tek başlarına güçsüz, zavallı ve küçüktürler(A. Arıtan).
Yine Aydın Arıtan’a kulak verelim; Şimdi bir de gözümüzün son derece gelişmiş bir mikroskop olduğunu varsayalım ve çevremize bu şekilde bakalım. Önce katı ve durağan olan görüntülerin yerini, onların enerji salınımlarının yansıması olan renkler alır. MR çekimlerinden ve “aura” tanımından öğrendiğimiz bir alandır burası. Sonra biraz daha derinlere bakalım, o zaman maddenin yapı taşı olan moleküllerle karşılaşırız. Daha sonra molekülleri oluşturan tek tek atomlar çıkarlar karşımıza. Ama biz güçlü mikroskobumuzla daha da derinlere bakmayı sürdürelim. Giderek atomu oluşturan elektronları, protonları ve nötronları görmeye başlarız. Ancak dikkatimizi, onların sıkı sıkıya birbirlerine bağlı olmadıkları çeker. Aralarında çok büyük boşluklar (ya da bir elektron okyanusu) vardır. Biz onları katı ve yalıtılmış maddenin, aynı özelliklere sahip olan katı ve yalıtılmış, hem de sımsıkı yerlerinde duran parçacıkları ve yapı taşları olarak düşünürüz. Ama onlar, çok büyük bir hızla atom çekirdeğinin çevresinde dolaşırlar ve sürekli bir hareketlilik içinde bulunurlar. Gözlemimizi sürdürdükçe, şaşkınlığımız daha da artar. Büyük boşluklarda, çok hızlı hareket eden bu parçacıkların da aslında böyle olmadıklarını, sadece dinamik bir dönüşüm ve etkileşim içinde olan enerji kalıplarından ibaret olduklarını anlarız. “Bu nasıl iş?” diye düşünürken, hayretimizi iyice artıran başka şeyleri görür oluruz. Bu parçacıkların ne zaman, nerede olduklarını tespit etmek de mümkün değildir. Yani, biz onları hiçbir zaman gerçek bütüncül doğalarının içinde kavrayamayız. Bir olasılık bulutunun içinde hareket eden bir birimi gözlemlemek istediğimizde, diğer bütün olasılıkları “öldürmüş” yani göz ardı etmiş, bozmuş ve değiştirmiş oluruz. Onların yerleri belli değildir. Birbirleri ile sürekli olarak etkileşim içinde bulunan bir bütünlük, karmaşık bir ilişkiler ağı ya da dev bir enerji salınımıdır artık karşımızdaki.
Atomaltı Âlem, bu nedenle “Canlıdır”. Sözü edilen bu ilişkiler ağı, aynı zamanda dinamik, yani canlı ve hareketli olma özelliğini de taşır. Maddenin dinamik yapısı, atom altı parçacıkların dalga boyu özelliğinde olmalarından doğar. Onların temel özellikleri hareket (dinamizm), karşılıklı etkileşim ve dönüşümdür. Var olan enerji, dıştan başka bir enerji biçimi ile sıkıştırıldığında, ya da değişik bir dalga boyu ile karşılaştığında buna bir tepki verir ve hızı artar.
Ama eğer bir kişi, daha sonra gerçekleşecek herhangi bir olayı bütün ayrıntıları ile önceden aynen görüyorsa (rüyasında ya da uyanıkken bir vizyon olarak), bunun tek bir açıklaması olabilir. Bu olay, önceden yaşanmış ve bitmiştir. Bu şekliyle de evrensel akaşik kayıtlara, yani görüntü arşivine girmiş ve kaydolmuştur. Bazı bilim adamları da buluşlarını önceden rüyalarında görebilmişlerdir. Ben de, mikrovasküler end-to-side anastomozlarda bulduğum yeni bir tekniği, gördüğüm bir rüyadan aldığım ilhamla gerçekleştirmiştim (Zürich, 1984).
Holistik açıdan bakıldığında, parçalanamaz bir bütün olan Kainatta, aslında hiçbir şey yoktur. Zaten temeli boşluk olan katı maddenin ve bunca devasa Kâinat da sadece nabız gibi atan bir enerji salınımından ibaret değil midir ki… Biz de hiç var olmadık ki! Varlığı, yokluğunda gizlidir ve hakikatte kainattaki mevcudatın atom altı düzeyde, hiçbir şeyin bir diğerinden bağımsız olmadığını her şeyin kusursuz, canlı, birbiri ile bağlantılı, akraba ve hayata katkı sağlamak amacı ile birbirine muhtaç olduğunu görebiliriz. Hepimiz aynı bütünün parçalarıyız, her birim bütünün bilgisini kendi içinde bulundurur ve bütün bilgiler her anda ve her yerdedir. Her birim bütünün bilgisini içinde taşıyorsa, bunun “En-el Hak”tan ne farkı var! Hepimiz aynı bütünün parçalarıyız. O hâlde; taş, toprak, insan birbirlerinden ayrı değil, “yani sen bensin, ben de sen” yaklaşımının derinliğini düşünmeliyiz artık… Cihanşümul bir “Bağlantısallık” içerisindeyiz! Her bir öğenin hareketi, bir başkasını da etkileyebilmekte ve geçmiş-şimdi- gelecek, zaman dışındaki holografik evrende bir arada bulunmaktadır.
Gözlenen ile gözleyen arasında çok yakın bir ilişki ve etkileşim söz konusudur. Sen kâinata nasıl bakarsan, o da sana öyle gözükür. Onda potansiyel olarak her şey vardır. Dahası, senin ona bakan zihnin, aslında ondan bağımsız olmadığı için, ona her ne açıdan bakarsan, onu öyle görürsün. Daha doğrusu, her baktığın yerde sadece kendini görürsün. Çünkü senden ve senin zihninden ayrı bir kâinat yok. Sen O’sun aslında, O da sen. Hepimiz aynı ve tek bir bütünün parçalarıyız. Din de öyle demiyor mu ki… Kur’an-ı Kerim de sanki “Kuantum Kitabı”!
Aslında “ben” de yokumdur, çünkü gözlemcinin bilinci de aynı bütünselliğin bir parçasıdır. Yani o baktığım ve gördüğüm şey, kendimden ve kendi düşüncelerimin yansımasından başka bir şey değildir. Yani ben, O’yum, O da, ben. Hatta her şey, O şey, O şey de, her şey ve aynı şey!
Aslında madde ve dolayısı ile Dünya, birbirlerinden ayrı olan ve bağımsız bir biçimde hareket eden küçük parçacıklardan meydana gelmemiştir. Çünkü maddenin alt birimlerine doğru ilerledikçe, herhangi bir yalıtılmış temel yapı taşını göremez oluruz. Karşımıza çıkan, “atom altı konnektom” dediğimiz bir bütünün çeşitli birimleri arasındaki karşılıklı ilişkiler ağı ya da karmaşık bir olaylar dokusudur.
Tek başınaymış gibi düşünüp-davranmak yerine, aynı bedenin farklı hücreleriymiş gibi yaşamak ve davranmak, yani insanı, mevcudatı, dünyayı ve evreni bütünsel bir perspektif altında holistik çerçevede değerlendirebilmek, her şeyin çözümü ve mutluluğun kaynağını keşfetmektir.
Garabet Mirzahanyan’ın ifadesi ile; “başlangıçta hiçbir şey yoktu. Ne zaman, ne mekân, ne yıldızlar, ne gezegenler, ne meteorlar, ne taşlar, ne bitkiler, ne hayvanlar ve ne de insanoğlu. Her şey hiçlikten oluştu. Önce ışık oldu. Sonra kuarklardan, elektronlardan ve diğer alt parçacıklardan zaman ve mekân içinde kızgın bir plazma var oldu. Bu plazma hızla soğumaya başladı ve protonları, nötronları, atom çekirdeklerini, atomları, yıldızları, galaksileri ve gezegenleri meydana getirdi. Çok fazla sayıda güneş sisteminin bulunduğu bir galaksinin spiral kollarından birindeki bir yıldızın sıradan bir gezegeninde de hayat oluştu. Orada milyarlarca yıllık bir süreç sonucunda çok basit bazı organizmalardan bitkiler, hayvanlar gelişti ve sonunda da insan ortaya çıktı… Niels Bohr’dan başlayan ve günümüze kadar süregelen atom modelinde de olduğu gibi gerçek, tüm bu fikirlerin arasında bir yerde… Atomdaki elektronlar gibi, hem bir parçacık, hem de bir enerji türevi… İkisi de doğru, ancak ikisi de tek başına yanlıştı… Holografik model, yani Holistik Evren Tasarımı aracılığı ile günümüzde bilimsel olarak açıklayamadığımız birçok olayı anlayabiliyoruz. Bu yeni gelişme, holografi konusunda Dennis Gabor’un 1947’de yaptığı matematiksel hesaplamalarda Fourier Transformasyonu’nu kullanmasıyla başladı. Daha sonra David Bohm ve Karl Pribram gibi bilim insanlarının geliştirdikleri ve bir dizi araştırmacının da devam ettirdikleri bu süreci; Albert Einstein, Fritjof Capra, Werner Heisenberg, Erwin Schrödinger gibi bilim ustaları zirveye ulaştırdılar. Son yıllarda bu akıma, Stephen Hawking gibi çağdaş düşünürler de katkıda bulunmaya başladılar… Evrenin bütün bilgileri her birimizde tam olarak var olmasına rağmen, bu devasa bilgi okyanusundan hepimiz sadece kendimize uygun olan gerçeklikleri görür ve çıkartırız. Bu doğruları seçerken de, diğerlerini yok saymakta büyük bir ustalık geliştiririz. Aslında en yakın bilgi kaynağı elimizin altında. Onunla tanışmak için çevremize ve kendi içimize bakmamız yeterlidir…”
Kâinat, matematik kâideleri çerçevesinde yaratılmıştır. Kâinatın âhenk ve huzuru da, matematiğin estetik armonisi ile mümkün ve kâimdir. Ölçülemeyen hiç bir şey bilimin konusu olamaz. Her şey ölçülebilirdir. Akıl, Zekâ, Zihin ve Şuur bile… Hayat da, tek bir kök hücreden başlayıp, türlere ayrılmıştır zaten. Çünkü bu Âlemde her ne varsa birbirine borçludur. Paylaşmadığın bilgi ve tecrübe de senin değildir. Kâinatta bulunan hayvanlar da bitkiler de, hatta bütün mevcûdât, insanların ve tüm mahlûkâtın beyinlerini ve düşüncelerini okuyorlar hissediyorlar. Her şeyi hafızalarına kaydediyorlar. Paylaşım ve muhâbere hâlindedirler. Zira, Bilim ve Felsefenin ulaştığı en derin hakîkat, “Temelde Birlik” kâidesidir. İnsanın esas gâyesi de, evrensel etkileşimin hüküm sürdüğü “Kâinât Hayatı”na faydalı olmak için gayret etmektir! Kâinat da, çok “Akıllı bir Kozmik Âlem” olup, bir “Kuantum Bilgisayar” gibi her şeyi görüyor, işitiyor ve saniyede “on üzeri yüz işlem” hızında değerlendirerek kaydediyor. Bu gücün arkasında da uçsuz-bucaksız nâmütenâhî “Şuurlu ve Akıllı bir Zihin” bir “BEYİN” vardır!
Çocuklarımız tecrübelerimize, ideal, hayal ve rüyalarımıza kişisel RNA’larımız vasıtası ile sahip olabilirler. Kişisel davranış ve tecrübelerimiz, genlerimize kaydoluyor ve evlatlarımıza aktarılıyor. Nöronlarımızdaki kişisel endo-siRNA’lar, tecrübe, davranış ve öğrenmeden ve bunların kuşaklara genetik aktarımından sorumlu olabilirler. Zira, nöronlarımız her gün çevreden elde ettikleri bilgileri depoluyorlar, analiz ediyorlar ve kişisel tecrübe hanemize yazıyorlar.
Kainatın, hayatın ve insanlığın istikbali ile ilgili bilimin dinamikliği yanında dinamit tehlikesi sebebiyle bir çok endişelerim olsa da, icadıyla mertliği bozan tüfeğin saltanatı, kuantum silahları ile yıkılırken, “Holistik Çağ”ın eşiğine doğru akıl almaz bir süratle gidiyor bu Âlem… Böylece de, Âlemdeki her canlının algoritması çözülünce, dilleri öğrenilerek onlarla iletişime geçilebilecek, konuşulabilecek ve yönlendirilebileceklerdir. Hatta vücudumuzdaki tüm hücreler birbirleriyle haberleşir, tartışır, konuşur ve alışverişte bulunduklarını ve dillerini çözüp aralarına girerek, sözümüzü dinletebilirsek, çaresiz dert kalmayacağını da öğrendik böylece artık.
Cisimlerin geçirgen olmayan bariyerden geçmesini aynı anda birden fazla mekanda bulunmasını veya hayalet bağlantılar kurabilmesini anlayabilmek, fiziksel gerçekliğin temeli olan “Kuantum Mekaniği”ne vakıf olmakla mümkündür. Nitekim vakit, Kuantoloji, Fizik ve Metafizik âleminin “Sıfır” noktasında Bayesyen Matematik ve Bağlantısallık ile buluştuğu ve her sırrın çözülmeye çalışıldığı “Söken Şafak” vaktidir. Aklın ve mantığın sihri mesabesindeki bilim de aynı yörüngede metamorfik sırları çözmekle meşgul. Binaenaleyh, çözülen bir sırrın bir başka sırlı kapı ile karşılandığı ve yoluna düşeni iptilasına mahkûm ettiği esrarengiz ve sonsuz bir yolculuğun adıdır bilim. Bilim, bilinmeyeni bilmekten ve bildirmekten doğan hazzın bilincinde olanların düştüğü, heyecanlarla süslü çileli bir yoldur. Ayrıca uzun soluklu bir mukavemet sporu olan bilim, hakikat yolunda bestelenmiş rubailerdir de bana göre… Çünkü maziyi de, istikbali de bilim ve bilim insanları yazar!
Holistik Çağ’ın kapısında, bitkilerin de kuantum bilgisayarlar gibi faaliyet gösterdiğini hatırlatıp “DNA Bilgisayarları”ndan söz edilirken, Atom altı parçacıklar özellikle bozonlar, zaman ve mekândan bağımsız olarak bilgi üreten, depolayan ve 2.800.000 km/sn hızında ileten ve “Kuantum Bilgisayarı”na meş’âle olan, “Sıfır”ı “Bir”, “Bir”i “Sıfır” yapan zerrelerdir. Bu nedenledir ki ararsan bulur, bulursan bulunur, bakarsan görür, görürsen görünür, işitirsen duyar, duyarsan duyulur, dokunursan hisseder, hissedersen hissedilirsin! Kuantolojinin eseri Kuantum Devrimi, klasik pozitivizm ve determinist mantığın hâk ile yeksân, “Sıfır”ı “Bir”e müsâvî kılan kozmik ve mistik düşüncenin hâkim olduğu “Kuantik Çağ”ın kapılarını açmıştır. Keşke biz de bu minval üzere ezel ve ebedin sırlandığı hiçliğin sıfır noktasında, bidayetten nihayete dalaletten hidayete hicret edebilseydik! Sık sık tekrar ettiğim “Duâ, molekülü, yan etkisi ve reçetesi olmayan yegâne ilaçtır” sözümüz, kuantumun bir ikramıdır beynimize, aklımıza, fikrimize, tecrübemize… Ve “tam inanmışlık”ın, hangi gün hangi saatte hangi duayı kaç defa okumak gerektiğini düşünmekten ziyade, hayat adına katkı için plan ve program yapmak ve icra etmekle mümkün olduğunu fark edebilseydik. Hangi inançtan olursa olsun, ter dökerek gayretle elinden gelebilecek her şeyi yaptıktan sonra “DU ETMEK”, samîmiyetin, aksi ise ilkelliğin ve suflî aczîyetin, ifâdesidir! Biz frekanslardan meydana gelen ideler âleminde, gölgelerin frekans oyuncakları peşinde koştuğu ve hep sıfır noktasında kaldığı “illüzyon” bir hayata, “ömür” dememiş miydik ki…
Bu “ömür” içinde, insanın küçüldükçe kâinat genişlediğini, her doğanın, kendi kitabı ile doğduğunu, ölümün de, fizik olarak, atom ve atom altı parçacıkların bir başka forma girmesi, biyolojik olarak ise, DNA ve proteinlerin değişikliğe uğraması ve neticede “Ruh”un beden üzerindeki hakimiyetinin sona ermesi şeklindeki bir algı farklılaşmasından başka bir şey olmadığını, hayatın da kaos ve istikrarsızlık ile anlam kazandığını, kaossuz ve istikrarlı bir hayatın da monotonluğunu ve anlamsızlığını, bilgiden ziyade, bilinenler arasında bağlantı kurarak yeni bilgiler üretebilmenin, beyni “beyin” yaptığını, genler, aile, eğitim, çevre ve beslenme ile yakından ilgili olan zekanın, esasen beynin işletim sistemi, hakikatte her daim göz, kalp ve nasibin de beynin derinliklerinde saklı olduğunu, şeytanı bile kıskancından çatlatan “Aşk ve Dua”nın da, birbiriyle alakalı Kuantik hatta Holistik tek bir hadise gibi izah edildiğini, fikirlerin farklılaştığı oranda zeka ve mukayesesi oranında da akıl mertebesinin yükseldiğini, bilmemenin de bilmek kadar kıymetliliğini, başkalarının prensip ve kaideleri ile yaşayanın sonunda başkalaşacağını, beyinlerin de evrensel boyutta meccaniliğini, kâinata katkı sağlamak gayesi ile “SU”dan yaratıldığımızı(Enbiyâ Suresi Ayet 30) ve hayatın bağlantısallık matematiği sebebi ile “SU GİBİ” olmak gerektiğini, sadece hareketlerimizden değil, düşüncelerimizden de mes’ûliyetimizi öğrendik.
Vücudumuzda 80-100 trilyon hücre var. Her bir hücrede, 3 milyarı anneden 3 milyarı babadan olmak üzere 6 milyar bazdan oluşan DNA var. Baz DNA’nın yapı taşıdır. Her hücredeki DNA’yı bir ipe dizersek iki metre olur. Bu ip altı mikron kalınlığındadır. Vücudumuzdaki bu 80-100 trilyon hücredeki DNA’ları yan yana dizersek uzunluğu, Dünya-Güneş arasındaki mesafenin 100 katına ulaşır. Fatır Süresinin 13. Ayetini tefsir ettiklerini zannedenlere ithaf olunur!
Çin Ulusal Nanobilim ve Teknoloji Merkezi’nde (NCNST) 5 yıldır yürütülen araştırmada geliştirilen DNA nanorobotları, kanserin tedavisinde başarılı oldu. Gözle görülemeyecek boyutlarda ve tüp şeklinde üretilen nanorobotların çapı 19 nanometre ve boyu 90 nanometre. “Bir iğnenin ucundan 5 bin kat daha küçük” olan nanorobotlar, kan dolaşımına bırakıldıklarında vücuttaki tümörü tespit ediyor ve harekete geçiyor. Kanın pıhtılaşması ve ipliksi doku oluşturması için tümöre thrombin enzimi enjekte eden nanorobotlar, kanla beslenme yolunu keserek tümörü açlığa terk ediyor. Bu şekilde kanserle mücadele eden nanorobotlar, tümörün haftalar içinde küçülmesini sağlıyor.
Neticede varlığın yokluk peşinden koşamıyorsa, huzur, adalet, insanlık ve hayattan söz edilemeyeceğini, ve tüm gayretimizin, kendimizle küs, “Ben”imizle kavgalı kalabilmenin gerekliliğini fark ettik. Nitekim “Hak/Aşk” geldi “batıl” zail oldu (İsra 81). Çok şükür ki; zulüm ne payidar olur ne de inceldiği yerden kopar. Hiç tahmin edilmediği anda, en güçlü yerinden kopar! Tesellimiz bu. Çok da kısa bu ömür. Korkum müktesebatımı tamamen aktaramamaktır hayatımda. Bu Âlemde benim esas gâyem; ölüm gelene kadar oyalanmak değil, ölümün karşısına ölümsüzlükle çıkabilmek, nefes aldıkça öğrenmek ve öğretmektir. Bildiklerimin ve tecrübelerimin tamamını aktarmaya, ömrümün kâfi gelmeyeceği endişesi ile acele ediyorum. Bu sebepledir ki, çalakalem yazıyorum hatalardan münezzeh olmayan makaleler, kitaplar… Söylüyorum ve anlatıyorum pervasızca…
Artık bütün vücudun hücre seviyesinde algoritmik şeffaf mimari haritaları çıkartılıp, yapay zeka ve 3D yazıcılar kullanılarak tüm organların kişiye özel sıfır kilometre yedekleri üretilebilecek gerektiğinde ve istenildiğinde değiştirilmek üzere özel buzdolaplarında veya yedek organ bankalarında muhafaza edilebilecek, organ tahribatı, kanser ve kronik hastalıkların kökten tedavisi, sürekli ilaç kullanımından ziyade akıllı ilaçların devreye girmesi ile hayatın uzaması mümkün olabilecektir. Doku mühendisliği ile kendi kök hücrelerimizden türeterek, hastalıklı veya eskimiş organlarımızı değiştirmek, yeni sipariş vermek/almak organ ve beden mağazaları kurmak mümkündür!
Halen aynı şeffaflaştırma yöntemiyle, İnsan Beyni Haritalanması Projesi (HBMP) de son sürat devam etmektedir. Günümüzde, 8 mikrometre çapındaki alyuvarlardan daha küçük mikrorobotlarla (3-7,8 mikrometre) kan dolaşımı otobanlarını kullanarak teşhis ve tedavi gayesi ile vücudumuzun derinliklerine ulaşmak mümkündür. Sperm ve yumurta olmadan, erken gelişim dönemini taklit edebilen “Yapay Embriyolar” üzerinde, kök hücre mühendisleri tarafından yapılan laboratuvar araştırmaları göstermiştir ki; insanlarda döllenmeden hemen sonra meydana gelen hayatı başlatmakla görevlendirilmiş “Kök Hücre Topluluğu” embriyo beyin, ellerindeki “Genetik Talimatlar Kitabı” (İsrâ 14) çerçevesinde organize olmakta hücrelerin her biri bir “Kök Hücre Mühendisi” olarak görev yapmakta ve gelişen canlıyı ve insanı inşa etmektedir. Hayatı öğrenmek için de, insanı gayretle okumak gerek! Ve Allah, bu âlemde emeklerin karşılığını verirken hiç kimsenin imanına bakmaz. Sadece gayretine ve döktüğü terine bakar (Necm 39). Böylece Kur’ân-ı Kerim, hayatın meş’alesini, bilimin eline tutuşturmuştur. Kur’ân’ın laboratuvarı da, beyindir!
Gen, hayalleri ve bilgiyi kodlayan, depolayan ve kuşaktan kuşağa nesiller boyu mesaj taşıyan esrarengiz bir moleküldür. Sırrımız, işte bu gen mahremiyeti ve maharetinde gizlidir. Zira, organizma genin, kişilik ise konnektomun eseridir. Allah da, “İkra’ Kitabeke!”(İsrâ 14) ayeti ile kendi genomumuzu okumamızı, anlamamızı ve çözmemizi emrediyor. Allah’ı tanımanın yolu da, insanı okumaktan geçmiyor mu ki… Frekans maddenin, bayt-bit sayısal bilginin, gen ise biyolojik ve kalıtsal bilginin yapıtaşıdır! Genlerimiz, kendi hedeflerine ulaşmak için nesilden nesile at değiştirmek suretiyle bizi kullanmaktadırlar!
İki boyutlu gölge olan bozon maddenin bayt ve kübit matematiğin, gen de mazi ve biyolojik bilginin yapıtaşıdır. İnsan genomunun sırları çözüldükçe ve gen mühendisliğindeki maharet tekamül ettikçe beyinlerdeki “İnsan” kavramı da değişecektir!
Şurası da unutulmamalıdır ki; vücudumuzun her hücresinde, nesiller boyu ilelebet varlığını sürdüren ve moleküler tarihimize ışık tutan basit yapılı ancak çok kabiliyetli ve genetik materyal taşıyan antik-fosil virüs DNA’sı, hücre içi farklı proteinler üretip yeni virüsler oluşturabilmesi sebebi ile istikbalde de, varlık aleminde insanlığın hakimiyeti karşısındaki en büyük tehdittir.
Newton, Bacon, Descartes silsilesinden 1900’lü yıllara gelindiğinde, Kuantum Fiziği ve dolayısı ile Kuantum Çağına adım attık. Mantık ile Matematiği evlendirdik ve yapay zekayı doğurduk! Şimdi de ufukta Holistik Düşünce, Holistik Beyin, Holistik Evren ve Holistik Çağ’ın silüeti arz-ı endam etmekte… Zira tüm mahlûkat, fizik olarak “var” olmayan bir varlık âleminde, “VAR” olmak için var edilmiştir ve yazan yazmış, oynamak da bize düşmüş! Ayrıca her şey yokluk noktasında, bidâyet ve nihâyet olarak birliktedir. Bu “HİÇ”lik ve “SIFIR” merkezinin dışına çıkabilseydik, zamanın sınırında aynı anda geçmişi ve geleceği mikro-makrokosmos boyutunda görebilirdik. Diğer yandan “Aklen Dîvâne” olmak, hikmet arzusu ve iptilâsı ile akıllı olmanın hiç bir yolunun ve manasının bulunmadığını farkında olarak, zeka parıltılarının aydınlığında sonsuzluğun heyecan verici enginliğine, yalnızlığın soğukluğuna ve huzuruna, sessizliğin karanlığına ve sükunetine, ufkun derinliğine ve zenginliğine, hayatta insanın insanda da hayatın, kâinatta tanrının tanrıda da kâinatın mevcudiyetini fark ederek her şeyin canlı, “Hep” ve “Hiç” olduğu bu âlemde, “Benlik İnşâsı ve Mîmarisi” için “Var” olabilmek gayesiyle yelken açmaktır. Çünkü; Zamanda vakti değil, vakitte zamanı yaşamaktır maharet…
Şayet Newton, Dünyanın “Elma”ya uyguladığı kütle çekiminden ziyade, çok daha önemli olan meyvenin meydana gelmesindeki bilmeceyi çözmeye kafa yormuş olsaydı, bugün “Holistik Kainatta”, bir çok gezegende ara istasyonlar, tatil köyleri, yerleşim mekanları kurup, evrensel adalet ve huzurla zaman içinde bile “Kuantum Seyahatleri” yapıyor olacaktık!
Kuantum Fiziğinin bize Holistik Düşünce ufkunu açarken insana, hayat ve münhasıran beyine de bakışımız farklılaşmıştır. Hatta Kur’an ayetlerini bile farklı analiz eder olduk. Beynimizin ve genlerimizin sırlarını öğrendikçe, duygu ve davranışlarımızın tamamen kendi kontrolümüz altında olmadığını fark ediyoruz. Tarihin tekerrürü, genomun tekerrürü, genomun tekerrürü, tarihin tekerrürü neticesidir. Genler, bir üst aklın yazdığı ve hayatın başlangıcından beri nesiller boyu, at değiştirerek devam eden programlardır. Beyin, devamlı surette çevreden aldığı bilgileri, frekans ve holistik olarak analiz edip müktesebatı çerçevesinde yeni fikirler üreterek, bunları sinyal çıktıları halinde çeşitli organlara, hatta diğer beyinlere de gönderen bir biyolojik otonom robottur. Tamamen frekanslardan müteşekkil bu kâinatta, hâfıza kapasitesi nâmütenâhî olan beyin, her şeyi frekans halinde kaydeder hologram olarak canlandırır.
İşletim sisteminin bağlantısallık matematiği, her şeyin evrensel bütünlüğünden bir parça, en büyük gücünün bilgi ve fevkalade bir ahenk, armoni, estetik ve balans düzenindeki tek bir beyin olan “Holistik Kainat”, kendisinin de ötesinde çok muhteşem ve muazzam, namütenahi bir akıl, bir güç, bir bilgi ve bir “BEYİN” tarafından yönetilmektedir.
Her biri farklı bir beyin gibi çalışan yüz milyar kutsal nöronun, kollektif yapılanması olan beyin, aksonu omurilik, kranial sinirleri dentritlerden müteşekkil, mikrokozmik kollektif bir nörondur! “Yapay Zeka” da beyni örnek alarak, tıpkı insan beynindeki nöronlar arası iletişim ağına benzer bir alt yapıyla kendi deneyimlerini analiz ederek, “Nöral Ağ Algoritmas”ı tabanında, taktik ve strateji geliştirebileceğini unutmamak gerekir. Zira, bilgi işleyen her şey, zamanla otopoezis sonucu, paradigma, zekâ ve bilgi üretir. Bütün bunlar, bilimde yeni buluşlarla yeni kapılar açar. Toplumda da, sosyolojik, ekonomik, kültürel, hukûkî ve ahlâkî değerleri belirler!
“Hiss-i Kabl’el Vuku”, Nörokuantumun konusudur ve Nörokuantumu bilmeden, beyin hakkında söylenen sözler eksik kalır. Beyin, Tanrısal bir parçacık… Hiç bir fânî bilim ve teknolojinin üretemeyeceği bir kompitür! Bluetooth benzeri bir özelliği de olan Beyin; Allah’ın sıfatlarının “BİLGİ-ENERJİ” olarak tecelli ettiği ve hayatın menfaati için bilgi üretmekle görevli, geçmişi, geleceği, cenneti ve cehennemi de içinde taşıyan “ÖLÜMSÜZ HOLİSTİK BEN”dir!
Holografi aslında kelime itibarı ile lazer tekniği kullanılarak yapılan bir görüntü kaydetme işlemidir. Beyne aynı enformasyonu veya bilgiyi değişik biçimlerde sunmak bunların farklı biçimlerde ve çok kanallı olarak kaydedilmelerini sağlar. Daha sonra istenildiğinde, birçok farklı yollardan herhangi birisini izleyerek bu bilgilere ulaşmak da böylelikle mümkün olur. Yani, bu şekilde kayda alınan bilgiler beyinde eskiden var olan kayıtlarla daha çok istişari işbirliğine girerler ve daha iyi anlaşılırlar. Gerektiğinde de daha kolay hatırlanırlar.
Yeri gelmiş ve beyinden söz etmişken, sabah vaktindeki kalp atışlarını arttıran hızlı yürüyüş ve koşu gibi egzersizler, beyin aktivitesinde, Endorfin ve BDNF geninden sentezlenen Beyin Kökenli Nörotrofik Faktör’de artışa, dolayısı ile nöron ve beden sağlığı, hızlı öğrenme, güçlü hafıza, performans, başarı, uyku düzeni ve bağışıklık sistemi için çok fayda sağlamakta, kuantik ve holistik çağımızın insanlığı saran problemleri olan ve olmaya devam edecek obezite, diyabet, Alzheimer, anksiyete ve depresyona karşı koruyucu rol oynamakta olduğunu ifade etmek istiyorum. Biyometrik Dijital Veri Bankerlerinin esas hedeflerinin “beyinler” olması da, bu sebepledir. Zira, 4 Milyar Yıllık Organik Yaşam”dan akıllı tasarımın şekillendireceği “İnorganik Yaşam”a sürüklendiğimiz ve kâinatta var olan her şeyin şifrelerinin çözülebildiği, biyokimyasal reaksiyonların elektronik sinyallere çevrilebildiği, alet, araç, aşı, ilaç ve reklamların bile kişiselleştirildiği günümüzde, bizi bizden çok daha iyi tanıyan “Biyometrik Dijital Veri Bankerleri”, yakın bir zamanda, elektro-mekanik, yapay zeka, biyoloji ve beyin bilimleri yardımı ile, sadece bilgi işleyen ürünlere değil, organizmalara ve inançlara da müdahale edip “hack”leyerek, durumun fecaatı ve vehametini henüz farkında olmayan ve mahremiyetinden bile feragat eden insanı, nano-nöro-kuanto-biyolojik veriler ışığında detaylı algoritmik analizle, tutku ve arzuları doğrultusunda, yeni baştan dizayn edebilecek ve “Bugünün İnsanı”ndan bir iz taşımayan, başka bir “İnsan Türü”nü, “Toplum Beyni”ni ve “Yeni Yaşam Tarzı”nı oluşturabilecek ve toplumları köleleştirebilen “Dijital Diktatörlük” felâketini yaratıp, hayatı zindan edebilecektir! Unutulmamalıdır ki, devamlı bir farklılık, metamorfoz ve plastisite fırtınasının yaşandığı beyinde, hiç bir anın tekrarı yoktur ve hayatın amirinin ve hakiminin bilgi olduğu “Yeni Dünya Düzeni”nde en büyük güç ve sermaye, dijital ortamın nimetlerini ücretsiz kullananların beyinleri ve kişisel bilgileridir. Bu “Yeni Dünya Düzeni”nde; Âlemdeki mevcûdâtın canlı bir algoritma olduğu hakikatinden hareketle, kolaylıkla biriktirilip depolanabilen, kopyalanabilen, analiz ve transfer edilebilen bilgilerin mülkiyetine sahip olan “Biyometrik Data Bankerleri”, “Beyin ve Beden Mühendisliği”ni kullanarak, etik ve ahlâkî hiç bir sınır tanımadan her şeye müdâhale edip, “Dijital Diktatörlük” ve “Faşizm”e de fırsat verebilecek, “Hayât”ı ve “Kâinât”ı şekillendirecek ve yöneteceklerdir!
Beyin; ahlak, erdem, haysiyet, onur, karakter ve şahsiyeti belirleyen bir donanım, Zeka; işletim sistemi, işlemci, Akıl ise; yazılımdır. Beynimizin esas görevi, bilgi depolamak değil, “Yeni Bilgi Üretmek”tir! Yıllardır, genel kabül ve klâsik bilgilerin aksine, derslerimde, konferanslarımda, beyanatlarımda, TV programlarımda söylüyör, makale ve kitaplarımda yazıyorum ki; “Tanrısal bir parçacık ve en büyük servet olan beynimizin, kapasitesi ve gücü sonsuz, kendisini tamir edebilir ve yenileyebilir, her şeyi kayıt altına alır ve muhafaza eder, unutmak yok hatırlayamamak var, Alzheimer tembellik hastalığıdır, tek bir nöron bile Kâinatı değiştirebilir, istenince her hayal gerçekleştirilebilir… Yeter ki kullanalım!” diye… 25 Mart 2019 tarihli Nature Medicine’de neşe edilen, “Adult hippocampal neurogenesis is abundant in neurologically healthy subjects and drops sharplyin patients with Alzheimer’s disease” isimli makale belki bir fikir verir.
Uzaydan daha geniş ve daha kabiliyetli bir evren olan beyin, yaratıcıdır. Yaratıcı olmayan beyin, tekrara düşer. Tekrara düşen beyin üretemez, yaşlanır, küflenir, tükenir. Bir beyin, kâinattaki tüm bilgileri içine alabilecek kapasitededir ve beyindeki nöronların bağlantılarına müdahale ederek, canlıları istenilen şekilde yönlendirmek mümkündür. Beynimizin “Bilgi Üretebilme Katsayısı”, Kâinattaki mevcut olan bütün atomların sayısından kat kat daha fazladır. Yaratıcı ve üretken olmayan beyin de, hayatın sırtında yüktür.
Hayal edebiliyorsak, başarabiliriz ve hayal edebildiğimiz müddetçe, beynimizin gücü sonsuzdur. Hayal, beynin kabiliyetini gösterir ve hayal gücü sonsuz olanın, beyin gücü de sonsuzdur. Nitekim beynimizin gücü, hayallerimizle sınırlıdır. Düşünen bir beyin, her zaman daima ibadet eden, ancak neden ibadet ettiğinin bilincinde olmayandan çok daha mukaddestir. Nitekim, beyinle geçen bir değil, bin ömür bile, dipsiz kuyu olan beyni anlamaya kafi değildir.
Mesleğim olan Beyin ve Sinir Cerrahisi (Nöroşirurji); yaratılan evrende, ahenk, armoni, estetik, balans ve san’atın en muhteşem örneğini temsil eden, sonsuz kapasite, cevher ve kabiliyete sahip olan, şahsiyetimizi oluşturan ve geliştiren konnektomumuzu barındıran, bir mücevher kutusunu andıran kafatası içerisinde muhafaza edilmiş beyin denen meçhule ve onun uzantılarına dokunabilme, o esrarengiz yapıya müdahale edebilme ve üzerinde değişiklikler yapabilme kabiliyetine ve yetkisine haiz olan, tıbbın sıra dışı bir branşıdır. Ben, kırk yılı aşkın bu meslek hayatım boyunca gururla ve hazla on binlerce beyne dokundum. Her biri, hücrelerine kadar farklı, bir diğerine yabancı…
Beyinlerdeki nöronların fısıldaşmalarını, sinapslarına burnumuzu(!) sokarak öğrenmemiz mümkündür. Nöronlar, sinaps bağlantısı kurarak birbirine kimyasal sinyaller göndererek fısıldaşırlar, haberleşirler, istişare ederler ve karar alırlar. Bu esnada da çevresinde küçük bir elektrik alanı oluştururlar. Bir elektrot vasıtası ile veya herhangi bir ara yüz ve aracı olmadan bu alandaki sinyalleri yakalayarak, beyin hücrelerinin ürettiği bilgiyi kaydetmek, aktarmak ve kullanmak mümkün olacaktır(wbw). Yakın bir gelecekte, Kâinattaki bütün beyinler, beynimizdeki nöronların bütünsellik bağlantıları gibi, diğer beyinlerle iletişim içerisinde bilgi ve tecrübe alışverişinde bulunacaklar ve “Kâinat Beyni” ortaya çıkacaktır. Su uyur, düşman uyur, nöron uyumaz! (Aforizmalar, İsmail Hakkı Aydın, Girdap Kitap. 2018, İstanbul).
Bütün bu gelişmeler çok tehlikeli bir başka boyutun kapılarını da açıyor hayatın önüne! Evrensel ahlak ve etik kurallar acilen bu nedenle belirlenmeli ve çok sıkı tedbirler alınmalıdır. Nitekim “Ahlaksız Bilim”, felakettir ve ahlakla aşılanmayan ve sanatın ayak izlerini takip etmeyen, sübjektif ve objektif yaklaşımın yanında, perspektif kabiliyetinden mahrum bilimin ve bilim insanının hayata menfaatten ziyade, zararı olur. Âlem Âdem için değil, Âdem Âlem için olduğundan, “Evrensel Hukuk” da, Âdemin Âleme karşı hakkını değil, Âlemin Âdeme karşı olan hakkını korumalıdır. Damarlarını bilim, sanat ve felsefe ile dolduramayan insanlık, hayata fayda sağlayamaz. Zira, eşey/üreme hücrelerindeki genleri değiştirerek, insan genomunda kalıcı değişiklikler yapabilir ve “İnsandan Sonra”sı şekillendirebilir! Yeni dünya düzeninde var olabilmek için bir an önce DNA-Gen, Bio-Beyin ve Nano-Nöro Mühendisliği Fakülteleri ihdas edilmelidir. Bu çerçevede, “Beyin Fırtınası” her türlü komplo teorisini, şüphe, merak, zeka ve akıl ile yoğurarak, ihtimaller çerçevesinde istikbali şekillendirip programlayabilecek ütopya sahiplerinin, her kafanın harcı olmayan bir kabiliyetidir. Asla ihmal edilmemelidir!
Holistik Çağın ayak izlerinin duyulduğu kuantum devriminin kapılarını açtığı, en büyük tehlikesinin algoritmik deliryum olduğu ve Kur’an-ı Kerim’de Ankebut Suresi 64. Ayetinde sırlandığı kanaatinde olduğum “Kuantik Çağ”da hayat, beslenme, eğitim, toplumsal ilişkiler ve iletişimden seyahat ve yönetime kadar yeniden tanımlanıp planlanacak, bireysellik ve benlik algısı değişecek ve insanoğlunun algoritmik duygu matriksi “aritmetik bir çarpım tablosu” perspektifi gibi her türlü dış müdahale ve saldırıya açık olacak konvansiyonel aile kavramı, düzeni ve hissiyatı ortadan kalkacak, Nietzsche’nin tabiriyle “übermensch” (üstinsan) benzeri biyo-robotik varlıklar “Kuantik Romantizm ve Erotizm” yaşayabilecek, “Kuantik Edebiyat ve San’at“ doğacak, world brain web(wbw) veya global brain web(gbw) sayesinde, her türlü multidisipliner veri ve bilgiye malik ve hakim olmakla, “post-human” (Q Kuşağı) dönemde insan formatında farklı “trans-human” dönüşümler sağlanabilecek, algoritmik deliryumun kapıları çalabilecek, kâinatta mevcud olan her şey ve başka boyutlardaki varlıklarla da iletişime geçilebilecek, “tayy-ı mekân, tayy-ı zaman” ve “temessül ve tecessüd” hayal olmaktan çakacak, “Kuantik Tıp”, yapay-yedek organlar, teşhis, tedavi ve cerrahi modalitelerde çığır açacak, nesnelerin interneti ile oluşan Sibernetik Dünyada ve Siber Evrende siber duvarlar ve siber dünyalar inşa edilecek, aile, milliyet, millet, devlet, vatan ve din kavramlarının unutulduğu, tek dilli, tek dinli tek evren devleti ortaya çıkabilecektir. Diğer taraftan konvansiyonel savaş bir yana, en korkunç olanı, Laboratuvarlarda üretilen insansı varlıklar ve görünmez hologram askerlerle savaş kapıda…
Ancak yine insanlığı ve hayatı kurtaracak bilimdir. Bilimin kanı ile yıkanmamış milletler, hakikate erişemez! Tarihi değiştirebilecek insanlar, mensubu olduğu milletlerin kuvvet ve özelliklerini, bir mercek gibi şahsiyetlerinde teksif ederek milyonların ruhunu tutuşturacak bir kıvılcım arar. Aşk olsun bulabilene…
Bu kuantik ve holistik çağda da en büyük saadet ve sevinç kaynağı; merak, gayret, öğrenmek, anlamak ve öğretmektir. En büyük mutluluk ise; Âleme ve âdeme fayda sağlamaktan doğan mutluluktur. Bilimi güçlü yapan da; eleştiriye, araştırmaya, deneye, tecrübeye, değişime ve hatalardan süzülmüş daha doğrulara, merak ve heyecanla her an kapısını açık tutmasıdır.
Teolojik öğretiler yanında, Kuantik ve Holistik prensipler çerçevesinden de bakıldığında; er ya da geç âhı tutmayan mazlum, cezâsız kalan zâlim, ettiğini bulmayan hâin, iflas etmeyen mürtekip, fakir düşmeyen müsrif, kırılamayan kibir, rezil ve rüsvây olmayan şerefsiz, teşhis ve teşhir edilemeyen hırsız, tükenmeyen eğitimli cehâlet, çökmeyen hegemonya, yıkılmayan diktatörlük, başarılamayan imtihan, tükenmeyen borç, fethedilemeyen kale, girilemeyen gönül, bitmeyen yol, aşılamayan dağ, geçilemeyen nehir, kat edilemeyen deniz yoktur. Dinamizmin olmadığı sistem, kurum ve kuruluşlar, başarı bir yana, kokuşmaya, çürümeye ve yok olmaya mahkumdur. Hepsinin, kuantik ve holistik izahı söz konusudur şimdi. Çünkü herkes kendi hayatını, kendi beyninde yaşar! İnsan da, karmaşıklıklar yığınından meydana gelmiş basit, kompleks ve kompleksli bir muamma değil midir…
Yine bütün gaye de, her halde “İNSAN” olabilmek değil midir ki… İnsan da ancak; Tahammülü, Tahassüsü, Tahayyülü, Tahayyürü, Tasavvuru, Teakkulü, Teallümü, Teammülü, Tearrufu, Tebahhuru, Teceddüdü, Tecemmülü, Tecennübü, Tecessüsü, Tedebbürü, Tederrüsü, Tedeyyünü, Teemmülü, Tefaddülü, Tefakkuhu, Tefekkürü, Tefennünü, Tefeyyüzü, Tehayyürü, Tekemmülü, Temeddünü, Temeyyüzü, Tesellüm, Teşekkürü ve Tezekkürü kadar “İNSAN”dır!
Adaletten yoksun eşitliğin, birbirinin sırtına basma ve iftira zeminli pespâye siyaset ve hiyerarşinin, kısırlaştırılmış düşüncenin inzivaya çekişmiş ilim, ahlak ve bilimin, putlaştırılmış erdem mahrumu hainlerin, devleştirilmiş cücelerin, cübbe giydirilmiş kara cahillerin, kafalarına yüz numara büyük şapka takılmışların, iğdiş ve rezil edilmiş sanat ve kültürün, maskaralaştırılmış inancın, ham bağnazların, yobazların, müteşeyyihlerin ve istismarcıların, erdem ve haysiyetten nasiplenmemişlerin, haram servet sahibi mürtekip ve aç zenginlerin ve haksızlık karşısında susmayı şiar edinmişlerin hakim olduğu toplum asla iflah olmaz! Günümüz Hristiyanlığı; dünyadan vazgeçmeyi, zevklerden kaçınmayı ve sadece ahiret hayatını gaye edinmişken Kur’an, dünyada var olmayı, holistik yaşamayı, nefis terbiyesini ve evrensel hayata hizmeti şart koşar. Toplumların cihanşümul “Holistik Beden”lerini “Millet” yapan da, hiçbir farklılık gözetmeksizin bilim, kültür, sanat, edebiyat, ahlak ve değer yargılarının meydana getirdiği bu “Ben”leridir!
Korona Salgını”na da “Holistik Tefekkür”le bakıldığında; hakikatte Kainattaki mevcudatın atom altı düzeyde, hiçbir şeyin bir diğerinden ayrı ve mesuliyetsiz olmadığı, her şeyin kusursuz, canlı, aslında birbiri ile bağlantılı, etkileşim içerisinde ve birbirine muhtaç olduğu anlaşılmaktadır. Yani “Korona Salgını”, Dünyaya “Holistik Bağlantısallık Matematiği” ile “İnsan” olmayı da öğretti inşallah! Binaenaleyh, Dünya’da birçok medeniyet ve millet olmasına rağmen sadece tek bir “İNSANLIK” mevcuttur.
Konu ile alakalı olarak, çok yakın dostum ve sevgili arkadaşım araştırmacı, yazar ve “Holistik Akademi” Başkanı Aydın Arıtan Beyefendinin “Holistik Evren Tasarımı”(Arıtan Yayınevi, İstanbul, 2010) isimli eserinden münhasıran çok mühim addediğim bazı alıntıları sentezleyerek paylaştım.
“Psychologie Heute”nin 1979 Yılı Ekim ayı sayısında, Alman asıllı bir profesör olan ve o dönemler Amerika’nın Stanford Üniversitesi’nde görevli Nörolog Bilim Adamı Karl Pribram, insan beyninin “holografik” esaslara göre işlediğini açıklamış ve bunun delillerini ortaya koymuştu. Einstein’ın çalışma arkadaşlarından İngiliz fizikçi David Bohm’un da aynı konuyu incelemişti.
Her türlü bilginin beynin belirli bir yerine kaydedildiği, bir hücre ya da bir noktacık şeklinde de saklandığı sanılıyordu. Beyin uzmanları uzun yıllar boyunca “engram” adını verdikleri bu “beyin kayıt moleküllerini” arayıp durmuşlardı. Bir dünya resmine baktığımızda, beynimizde onun görüntüsünün aynısının oluştuğunu zannederiz. Oysa beynimiz, algıladığı her şeyi, frekanslara dönüştürerek ve holografik bir şekilde kaydeder. Yapılan araştırmalar, beynin bir hologram gibi çalıştığını ortaya koydular ve bütün bu bilinmezler bir bir çözümlenmeye başlandı. Yeni bilgilere göre göz, baktığı her şeyi bir cisim olarak değil, bir frekanslar demeti ve belirli bir dalga boyunda salınan bir enerji paketi olarak algılıyor. Bu nedenle, bir dünya resmine baktığımızda, beynimizde onun görüntüsünün oluşmadığı anlaşılmış bulunuyor. Beynimiz, bir ayağı ile bildiğimiz üç boyutlu kâinata, diğer ayağı ile de tüm varoluşun içinden çıktığı frekanslar alanına basmaktadır. Ve her canlı, aynı anda çok farklı yapılara sahip bulunan bu iki âlemde birden yaşamaktadır.
Bizim: “Gerçek işte bu!” dediğimiz ve gördüğümüz her şey, aslında sadece bir suret. Gerçek şeklini ya da oluşumunu sağlayan temel yapısı ise, bir frekanslar demetinden başka bir şey değil. Dev bir enerji salınımının belirli bir yoğunlukta bir araya gelmiş ve dışa vurmuş olan bir yansıması. Kâinatta temel bir yapıtaşı yok. Gözümüz ve diğer duyu organlarımız böyle, yani “mercek” bir biçimde organize olmuş oldukları için, biz, frekanslar âlemini ancak bu şekilde yani “cisimler” şeklinde algılayabiliyoruz. Bildiklerimiz, duyduklarımız ve gördüklerimiz, bizim sandığımız ve inandığımız gibi bir biçim taşımıyorlar. Tamamen bir yanılgı ve hayâl âleminde yaşıyor işin fenası, bu durumu doğru ve gerçek zannediyoruz.
Hologramın gelişimini sağlayan matematiksel temeller 1947 yılında, bu buluşu ile Nobel Ödülü’nü kazanan Dennis Gabor tarafından atılmıştır. Elektron mikroskobunu geliştirmek amacıyla yola çıkan Gabor, holografi konusundaki çalışmalarını 18. yüzyılda yaşamış olan Fransız bilim adamı Jean B. J. Fourier’in matematiksel hesaplama yöntemine dayandırmıştı.
Fourier’in buluşu, her türlü (basit ya da karmaşık) yapıyı, kendi dalga boylarına indirgemek temeline dayanıyordu. Onun matematiksel formülleri sayesinde, cisimleri dalga boyu modellerine çevirmek sonra da yine asıl şekillerine dönüştürmek mümkün oluyordu.
Holografik özellikler farklılık arz eder. Hologramın çevresinde dolanarak veya bakış açımızı değiştirerek, cismi sanki çevresinde dönüyormuşuz gibi, çeşitli açılardan görebiliriz. “Paralaks” adı verilen bu özellik, kaydedilen görüntünün üç boyutlu olarak verilebilmesiyle sağlanmaktadır. Dolayısı ile iki boyutluluk sınırı aşılmış ve “en” ile “boy”un yanı sıra, “derinlik” kavramı da kaydedilen resimde yer almıştır. Yani resmin her yanı, uzaklık farkı olmaksızın nettir. Hologramın en büyük özelliği ise tek tek her parçasının bütün cismin görüntüsünü (netliği azalarak da olsa) verebilmesidir. Hologram plakasının her noktasına, cismin her yanından ışın dalgaları gelmekte ve kaydedilmektedir. Bu nedenle, hologram plakası ne kadar koparılsa ve kırılsa bile, her parça bütünün bilgisini içinde taşır ve gerektiğinde, bütünün tam görüntüsünü tek başına verir. İşte bu gerçek, holografi tekniği aracılığı ile insanı, evreni ve yaratılış kanunlarını anlamamızdaki en can alıcı noktadır.
“Hologramın yazılımı” ya da “kaydedilme” aşaması, yani yaratılış David Bohm’un “implizit (kapalı) düzen” dediği transandantal alanda gerçekleşir. “Hologramın okunması” ya da “görüntünün ortaya çıkması” demek olan görüntü ve canlı kazanma aşaması, kısaca varoluş ise “explizit (açık) düzen”de kendisini dışa vurur. Holografik düzeyde zaman ve mekân yoktur, yaratılış ve yok oluş tek bir anda gerçekleşmiş ve bitmiştir. Evren, ancak tek tek algılanmalar sonucunda var olur. Suret bulabilmek ve canlanabilmek için algılanmak zorundadır. Dolayısı ile zaman da ancak bir algılayanın olması hâlinde var olmaktadır. Kısaca “evren” ya da “suret âlemi” her an yeniden kurulmakta ve yok olmaktadır.
Enformasyon, sinüs bileşenlerine ayrılarak ve bir frekans modeli olarak beyne alınır. Bu sırada beyinde bir kesişim ve girişim ağı modeli ortaya çıkar. Enformasyonu oluşturan veriler, bizim üç boyutlu olarak gördüğümüz şekilleri ile değil, onları oluşturan frekanslar demeti hâliyle kayda geçerler. Gerekli olan durumlarda da, çağrışım yöntemiyle onlara ulaşılır ve onlardan yararlanılır.
Beynimize beş duyumuz yoluyla ulaşan her türlü enformasyonlar ve veriler transforme edilir yani dönüştürülürler. Mesela, bir masaya baktığımızda beynimizde o masanın elektriksel bir modeli oluşmaz. Beyin, kendisine ulaşan (görüntü, ses, koku, tat ve benzeri) verileri, frekanslarına ayrıştırarak kabul eder.
Elektriksel uyarı, nöron hücresinin uzantıları boyunca ilerleyerek bir diğer hücrenin uzantısına ulaştığında, orada suya atılan taşlar örneğinde olduğu gibi, elektriksel bir yayılım yapar. Nöronlar, beyinde birbirlerine çok yakın aralıklarla yer aldıkları için her bir hücrenin elektriksel yayılımı diğerlerininkilerle bir kesişim ve girişim oluşumu yaratır. Böylece ortaya çıkan girişim ağı modelleri, beyne, holografik işleyiş özelliğini kazandırırlar.
Hatırlama yaparken de, süreç bu kez tersine işler, frekanslar (görüntü, ses, koku, tat ve benzerleri) belirli bir yoğunluk alırlar ve biz böylece normal (3 boyutlu) bir dünyayı algılamaya devam ederiz. Nasıl ki, dünya sürekli olarak ve büyük bir hızla döndüğü hâlde, biz onu duruyormuş gibi algılıyorsak, beyin de aslında inanılmaz bir hızla alıp-verme işlemi yaparken, görüntüden frekansa, frekanstan görüntüye geçip durmaktadır. Yani bazı düşünürlerin: “İnsan bir hayâldir. Aslında bütün yaşananlar geçici ve aldatıcıdır. Bu âlem bir surettir” sözleri, günümüzde bilimsel olarak da kanıtlanıyor gibidir. Nitekim, Karl Pribram gibi Nörobilimciler ile David Bohm gibi kimi fizikçiler, beynin frekanslar alanına geçmesinin, mistik bir yaşantı olduğunu dile getirmektedirler. Çünkü bu alan holografik bir biçimde organize olmuştur ve orada zaman ve mekân yoktur. Herşey “aynı anda” ve “her yerde birden” olur. “Var” ve “yok” ortadan kalkar, “her” şey “bir” şey halini alır.
Araştırmacı Lashley, denek farelerine önce bir labirentte yollarını bulmayı öğretiyordu. Daha sonra bu deneklerin beyinlerindeki farklı bölgeleri bir ameliyatla alıyor ve onları yollarını bulmaları için yeniden labirent girişine bırakıyordu. Elde edilen sonuçlar, deneklerin bazı becerilerinin geciktiğini ortaya koyuyordu. Denekler, kesilen beyin bölümleriyle orantılı olarak yürüme ve yön bulma zorlukları yaşıyorlardı. Ama beyinlerinin üçte ikisi alınmış olanlarının bile, hafızalarının tamamına yakınını koruyabildikleri de ortaya çıkmıştı. Ve hepsi de labirentte yollarını bulabiliyorlardı. Bu da beynin holistik kaydının bir delili idi.
Her bir beyin hücresi “Nöron” tıpkı minik bir hologram gibi çalışır. Yani “bütünün bilgisini” içinde taşır ama dışarıdan gelen uyarı, o gizli ve hazır duran potansiyelin hangi frekansına hitap ederse, o bilgi “görünür hâle geçer” (suret bulur). Ayrıca her hücre bir diğerine oranla binde 5’lik bir açı farkı ile algılama yaptığı için, her biri bir diğerinden daha değişik bir yönü yansıtma imkânını bulur. Kısaca, gelen uyarı hücre tarafından alınır, kendi farklılığı (algılama ve yansıtma açısı) katılır ve diğer bir hücreye aktarılır. Amaç, tümünün ortak ürünü olan algılamanın ya da düşüncenin mükemmelliğidir.
Kırk yıl aşkın bir süredir yaptığım on binlerce beyin ameliyatlarının sonuncunda edindiğim kişisel tecrübem de bu minval üzeredir. Yani beyin holistik kayıt yapar her şeyi, her yere…
Yine A. Arıkan’ın ifadesi ile; “Yeni Çağın Bilinci” olarak adlandırılan bu anlayışta, herkes tıpkı bir bedendeki hücreler gibi, evren bütünlüğünün içindeki yerini ve önemini fark edecektir. O zaman da, neden diğerlerinin iyiliğini de kendimizinki gibi istemek ve ortak ürünün mükemmelliği için nasıl çalışmak zorunda olduğumuz gerçekleri net olarak belirecektir. Dinsel metinlerde “komşun aç iken, tok yatma” denilir ve insanlara, mallarını paylaşmaları, “vermeleri” öğütlenir. Bu gerçek, artık bilimsel olarak da kanıtlanıyor. Çünkü bizlerin kendimize ve birbirimize bir rakip ya da düşman gibi değil, bir kardeş gibi davranmamız gerekiyor. Bunu, ne ahlâkî, ne de dinî bir gaye ya da korkuyla değil, doğrusu bu ve böyle olduğu için uygulamak “zorundayız.”.
Holistik (Bütünsel) Evren Tasarımı günümüz biliminin vardığı son mertebedir. Artık insan; kendisini, diğer insanları, doğayı ve evreni ayrı ayrı birimler olarak değil de, aynı bütünselliğin değişik biçimlerdeki dışa vurumları ve belirmeleri şeklinde algılamak zorundadır.
Bütün bunlardan anlıyoruz ki, biz ancak diğer bütün canlılar “iyi” oldukları zaman “iyi” olabiliriz. “Tek başına bir nota” olarak sesimiz ve değerimiz yoktur. Ancak insanlık ve evren senfonisi içinde kendi notamızı seslendirdiğimizde bir değerimiz olur. Bu değer hem senfoniyi zenginleştirir, bütünler ve tamamlar, hem de bir birey olarak bizim kişisel potansiyelimizi en üst düzeyde kullanmamızı, yani “görevimizi yapmamızı” sağlar. Dünyaya “ortak ürün” perspektifli bir bakışla yaklaşmamız gerekir. Zira, bizi kıymetli ve önemli yapan, yanımızdakidir!
Artık farkında olmalıyız ve “Rekabet” yerine “yardımlaşma”, “yabancılık” yerine “dostluk” ve “düşmanlık” yerine de “dayanışma”yı düstur edinmeliyiz bu Holistik Çağda…
Velhasıl, Mevcudat da, Beyin de, Evren de bir hologramdır! Kâinat da tek bir bütün, her parça da bu bütünün özelliklerini taşır ve ayni bağlantısallığın birbirine muhtaç elemanlarıdır.
…Ve Kuantik Çağdan sonra, Holistik Çağ kaçınılmazdır.
İşte birkaç aforizma ve bir rubaimiz…
*Mozaikleşen taşların matematiği, târihî hakîkatlerin sırrını ifşa eder!
*Sen farkında olmasan da, birileri senin farkında…
*Mükemmelin yolu, hata aramaktan geçer!
*Bir insanı, fakirlikten kurtarmak mümkündür de, insanın içindeki fakirliği kurtarmak mümkün değildir!
*Aforizmalarımın her biri, zamanla yazmayı düşündüğüm ve hayal ettiğim, ancak tembelliğim sebebi ile yazamadığım kitaplarımın tek cümlelik özetleridir!
*Hekimin filozof, cerrahın da hem filozof hem de san’atkâr olması, ilâhi bir lütuftur!
*Meramı olan, edebsizden de edeb öğrenir!
*Bilgisayar ve Sistem Biyolojisi Mühendisliği!
Özellikle Tıbbi araştırmalarda canlı denek ihtiyacını azaltan ve deney süresini kısaltan, istikbalin Mühendisliği; Protein, Molekül ve DNA Mühendisliği!
*Hayy Allah!
Bütün tanrılar ölmüş!
*Uyanıklık uykusu, en korkunç uyku!
Aşk olsun uyanabilene…
*Bilim, mukavemet sporudur!
*Kelimenin manası, tek başına bir katre iken, cümle içinde umman olur!
*Büyük icadlar, genelde küçük fikirlerin mahsülüdür!
*Kendim haricinde, her şeye hakimim!
*Denize düşen de, darda kalan da, bilime sarılmalı!
*Başarının ayak izleri, başarısızlıklarla doludur!
*Aramakla bulamasan da, bulmak için aşkla, inatla ve ısrarla aramak gerek!
*İlim, “BEN”in peşinde, Bilim, “SEN”in…
*Ömrü anlamlı kılan, ölümdür!
*Bilginin kazandırdığı karizma, estetik, ahenk, cazibe, güzellik ve saygınlığı hiç bir makyaj kazandıramaz!
*“Korona Salgını”, Dünyaya “Bağlantısallık Matematiği” ile “İnsan” olmayı da öğretti.
*Bu kadar vatan haini, “Muaviye’den ziyade Ali düşmanı” nankör haysiyetsizi bağrında barındırıp besleyen milletin merhameti karşısında ihtiramla eğiliyor, mütevekkil sabrına da hayret ediyorum!
*Yıllardır abdal ve akılsız rolü oynamaya, zekamın yok sayılmasına ve susmaya, artık dayanamıyorum!
*Bu “İnsan”(!) hiç değişmemiş! “Çocuklarını Yiyen Satürn”! Francisco Goya’nın tablosu! Her zaman, her yerde, hep böyle…
*Ölüm; “Fizik” olarak, atom ve atom altı parçacıkların bir başka forma girmesi, “Biyolojik” olarak, DNA ve proteinlerin değişikliğe uğraması ve neticede “Ruh”un beden üzerindeki hakimiyetinin sona ermesi şeklindeki bir algı farklılaşmasıdır!
*Ruhun beden üzerindeki hakimiyetinin sona ermesine, ölüm diyoruz!
*Fikirlerimiz; hislerimizin ve duygularımızın müphem ve basit gölgeler halindeki tezahürüdür!
*Her şey illüzyon, gölge, yalan. Sadece ölümdür hakikat olan!
*Her insanda, yaklaşık 800 Trilyon Voltluk bir enerji kaynağı var! Bu enerjiyi doğru kullanabilirse, neler yapamaz ki…
*Herkesin kaderi, kendi elinde… Kendi nöronlarında saklıdır!
*Ben Fezayı Sonsuz Zannediyordum. Meğer, Beynimizde bir Nörona Gizlenmiş!
*Hücreye baktıkça kibirleniyorum, Kâinata baktıkça utanıyorum!
*Bin Yıldan Beri Müslümanların(!) En Büyük Yanılgısı, Kur’ân-ı Kerim’in Bu Âlemin Kitabı Olduğunu Bilmemeleridir!
*Bu Holistik Kâinatta, hiçbir “Şey”, Başlatıldığı Yerde Değil, hiç bir “Var” da, Var Değil!
*Adını yazdıramamışsan bu Âleme; ha yaşamışsın, ha yaşamamışsın…
*Felsefe Tefekkür, Fizik Teabbüd, Biyoloji, Teheccüd, Matematik Tezekkür, Kimya ise Teakkuldür. Unutma!
FELSEFİ KEYFİYET:
İnsan; en asil vekalet, mükellefiyet!
Beden; en kutsal emanet!
Ömür; en kısa mühlet!
Hayat; en ağır siklet!
Ölüm; en mübhem izafiyet!
Beyin; en büyük devlet!
Akıl; en mukaddes nimet!
Ruh; en esrarlı, rahmani işaret!
Vicdan; en hassas hikmet!
Zeka; en keskin haslet!
Nefis; en gafil, sefil enaniyet!
Şeytan; en masum illet!
VÎRÂNEMİZ KALDI
• — — —/• — — —/• — — —/• — — —
(Mefâîlün Mefâîlün Mefâîlün Mefâîlün)
Gözümden sır olup gittin, kırık peymânemiz kaldı!
Ne gül, gülşen, ne bülbül var, yıkık meyhânemiz kaldı!
Yakıp yıktın, bıraktın bâğı, kor âteş misin zâlim,
Talan eylendi mülküm hep, küçük vîrânemiz kaldı!
KAYNAKLAR
- https://www.acapublishing.com/magazine
- https://www.cell.com/cell/fulltext/S0092-8674(20)30874-6?_returnURL=https%3A%2F%2Flinkinghub.elsevier.com%2Fretrieve%2Fpii%2FS0092867420308746%3Fshowall%3Dtrue
- https://www.nejm.org/doi/10.1056/NEJMcibr1503100
- https://www.nature.com/articles/s41586-020-2589-x