“… Afrika’da büyüye ve kötü ruhların bedeni istila ettiğine hala inanılıyor. Kenya’da çok sıklıkla ihtiyar kadınlar ve erkekler büyücü oldukları gerekçesiyle yakılıyor. Bu histeri Angola, Kongo ve Nijerya’da çocukları hedef alıyor: Binlerce talihsiz kız ve erkek çocuk kötü ruhlardan arındırılmak için kör edildi, bedenlerine akü asidi enjekte edildi ya da başka türlü işkencelerden geçti; kimileri doğrudan öldürüldü, birçoğu aileleri tarafından reddedildi ve evsiz kaldı” (Harris, 2016: 199).
Bu denli devasa kötülüklerin bugün hala devam etmesinde “kültürel” hatta “ahlaki” görecelilik kalkanının işlevi küçümsenemez. Bilimin meşruiyeti varsa büyünün de vardır. Aydınlanma taraftarlığı ile mit taraftarlığı arasında hiçbir fark yoktur, nesnel-evrensel bilgi yoktur, her şey yorumdan ibarettir şeklinde uzayıp giden bir “safsata” uzun zamandır bazı “bilimlerin” merkezinden en çevredeki noktasına kadar her yerini ele geçirmiş durumdadır. Tarihin karanlık sayfalarına gömülüp kalmasını umduğumuz devasa kötülüklerin bir safsatadan güç alarak yerini sağlamlaştırması karşısında muhakkak bilime, bilimsel bilgiye ve bilimciye sorumluluk düşmektedir.
Bütün kültürler eşit midir?
Ortaçağ’da hastalıkların ve mahsul kıtlığının fiziksel sebeplerini bilmeyen Avrupalılar büyüye bel bağlamıştı ve bu gittikçe bir hezeyan halini almış, toplumsal hastalık derecesine ulaşmıştı. Kıtlığın ve hastalığın sebebi diye birçok insana yapılan işkenceler ve işlenen cinayetler, sonuç olarak, büyünün ve mitin toplumda tuttuğu yerden bağımsız değildi. Bilimin toplumda tuttuğu yerin sağlamlaşması sonucunda aynı coğrafyada, yani Avrupa’da bir daha kıtlığı veya hastalığı büyüye bel bağlayarak çözmeye kalkışılmadı. Hem Harris’ten yukarıda yaptığımız alıntı hem de Ortaçağ Avrupası ile günümüz Avrupası mukayesesiyle verdiğimiz örnek, şu gerçekliği görmemiz için yeterlidir: “Bütün kültürler eşittir” iddiasının temellendirilmesi mümkün değildir ve özellikle pratik hayata yakından baktığımızda bu gerçek en yalın haliyle bize kendisini göstermektedir.
Bu anlayışın demokrasiyle uyuşmadığını iddia edenler elbette olacaktır. Daha ötesi, bazıları bu anlayışı faşizmle ilişkilendirecektir. Kültürler arası eşitliği yok saydığımız ve hatta bazı kültürleri öncelikli gördüğümüz iddia edilecektir. Çağımızın kültürel kimlikler çağı olduğu iddia edilecek ve bu iddiayı kabul etmeyenler anti-demokratik olarak itham edilecektir. Şimdi bu türden çok-kültürcü kimlik siyasetine sahip çıkan ve kültürel göreceliliğin abartılmasından haz duyanlara karşı, “toplumun” savunusunun gerekli değil fakat elzem olduğunu göstermek lazım gelmektedir. Tam bu noktada yine Sam Harris’ten (2016: 32) şu alıntıyı yapmak çok yerinde olacaktır:
“Çoğu sosyal bilimci, uzun zamandır devam eden insani etkinliklerin evrimsel olarak uyarlanabilir olduğuna, sürekliliğin başka türlü sağlanamayacağına inanma hatasına düşmektedir. Yani kadın sünneti, kan davası, çocuk cinayeti, hayvanlara işkence, kendini kesme, ayak sıkma, yamyamlık, tecavüz ayini, insan kurban etme, erkekliğe kabul töreni, gebe veya emziren kadınların beslenme düzenlerinin sınırlandırılması, kölelik, potlaç, yaşlıların öldürülmesi, dul kalan kadınların kocalarının cenazesinde yakılması, sürekli açlık veya kötü beslenmeye yol açan akıl dışı beslenme biçimleri ve tarımsal tabular, hastalıkların tedavisi için ağır metallerin kullanılması gibi en tuhaf ve faydasız davranışlar bile büyülenmiş etnologların çalakalem yazılarının ışığında makul hale getirilmiş, hatta idealleştirilmiştir. Ancak bir inanç sisteminin veya bir geleneğin varlığını sürdürmesi, o sistemin uyarlanabilir olduğunu göstermez; yalnızca o toplumun çöküşüne henüz yol açmadığını ya da o geleneği uygulayanları henüz öldürmediğini gösterir“.
Harris’le birlikte düşündüğümüz zaman, gerçekten de bazı insan topluluklarının anlamsız zulüm, ümitsizlik ve boş inanç sistemi içinde “debelenip durduklarını” görmemiz ve bu sistemin kabul edilemez olduğunu tartışmamız, demokrasi düşmanı olduğumuzu değil ama gerçeklere bağlı olduğumuzu gösterir. Öncelikle, insanların yanlış şeylere inanması onların bu inancının meşru, dokunulmaz ve düzeltilmez olduğunu kanıtlamaz. Bu sebeple, birçok insanı göreceliliğin kurbanı etmeye hakkımız olmadığını düşünüyorum. Yani kültürel ve ahlaki görecelilik yaklaşımını demokrasi adına kutsayıp yanlış veya boş inançlara sahip gruplarda yaşayan insanlara zulmedilmesine seyirci kalmak, kültürleri eşit görmek safsatasını aşan bir kötülüğe sahiptir: İnsanı zulme terk etmektir bunun adı!
Batı’nın işlediği suçları telafi etme çabası
Demek ki, toplum halinde birlikte yaşamak için kültürel ve ahlaki göreceliliğin abartılmasının ve özcüleştirilmesinin üstesinden gelmek zorunda olduğumuzu vurgulamamız, her yerde ve zamanda geçerli olmaktan öte bir zorunluluk oluyor. Mesele bu kadar açık ve net olduğu halde, çok-kültürcü kimlik siyasetinin ve ahlaki göreceliliğin “insan hakları” için vazgeçilmez bir savunu olduğunu öne süren çok sayıda sosyal bilimcinin ve entelektüelin olması ilk bakışta şaşırtıcı olabilir. Ancak, yine Harris’in şu akıl dolu cümlesi bu hususa da açıklık getirmek için yerindedir: “Ahlaki görecelilik, açıkça, Batı sömürgeciliğinin, etnik merkezciliğin ve ırkçılığın işlediği suçları entelektüel anlamda telafi etme çabasıdır” (Harris, 2016: 67).
Bu telafi etme çabası, üstesinden gelinmesi son derece zor yeni sorunlar yumağı yaratmaktadır ve bu yeni sorunlar yumağı yine Batı’dan ziyade Batı’nın dışındaki coğrafyaların, medeniyetlerin, kültürlerin bütün dokularını istila etmektedir. Çok kültürcü kimlik siyasetinin Ortadoğu’da verdiği hasarlardan, mesela, sorumlu olan bu telafi etme çabasının niçin Batı’daki entelektüelden ziyade Batı dışındaki medeniyetlerin entelektüelini kasıp kavurduğunu da muhakkak düşünmek gerekir.
Şöyle bir misalle bitirmek bu açıdan düşünmemize bir yol açabilir: Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan bir araştırmanın bulgularına göre, yüksek lisans ve doktora yapmış olanların %25’i İncil’e iman etmektedir (2012 Gallup, alıntılayan Harari, 2016: 113). Bu oranın son derece yüksek olduğunu tartışan Harari, bugün gelinen noktada felsefenin birkaç alt dalı dışında “bağımsız değerlendirmeye tabi hiçbir bilimsel yayının” bu tür konuları ciddiye almadığını ifade ediyor (s.126). Batı dışındaki bazı coğrafyaların entelektüelinin gündeminde ne var, iyi bakmak gerekir!
KAYNAKLAR
Harari, Yuval Noah (2016) Homo Deus: Yarının kısa bir tarihi, İstanbul: Kolektif Kitap.
Harris, Sam (2016) Ahlakın Coğrafyası: Bilim, İnsani Değerleri Nasıl Belirler?, Ankara: Akılçelen Kitaplar.
1 yorum
Bilimin tanrıya inanç veya varlığı yada yokluğu ile ilgili ispati herhangi bir görevi var mı?
Böyle bir görevi yoksa; bilimsel yayınların bu konuları ciddiye almaması doğal…
Batı kültürü ne ait olduğu hissedilen Harari kitaplarındaki konularla batı dışındaki entellektüellerin gündemini oluşturmuyor mu?
Oluşturuyor ki (siz dahil) bir çok düşünürün yazılarında kaynak gösteriliyor…
Saygılarımla